Cumhuriyetin ilk yılları… Anadolu’nun yoksulluğu eğitimle ve aydınlanma ile yıkılmaya çalışılıyor. 4 Şubat 1927, Sivas’ın Gürün ilçesinde soğuk bir kış gecesi Hasan Hüseyin doğuyor, annesi Gülşan Hanım… Güzel ve anaç… Babası demiryolu işçisi olan Şükrü Bey… Yoksulluk evlerinin kalabalığında ailenin en ortalıkta dolanan üyesi…
Şükrü Bey, 1. Dünya Savaşı’nda, Kafkas Cephesi’nde, Kurtuluş Savaşı’nda görev almış. İstiklal madalyası var. Kurultay İlkokulunda hademelik yapıyor… Hasan Hüseyin babasını küçük bir çocuğun gözlemlerinden arta kalan bir duyarlılıkla şöyle anlatır:
“Bu adam benim babam…
Babaların en babası,
İnsanların en hası…
Yüreği düğün sofrası.
Direnci, sabır kayası…
Ellerini bir görmeyin!
Elleri, ellerin en irisi;
Elleri, bal arısı!…
Seferberlikten gelir künyesi.
Kurtuluş’tan çıkar dosyası.
Ben beni bildim bileli…
Ben beni bilmezden de önce;
Kavgası, ekmek kavgası…
Verin, kadın gibi toprakları eline.
Beslesin dünyanın aç çocuklarını…
Götürün Antalya’ya, Dörtyol’a.
Toroslar gibi yığsın portakalları…
Götürün Aydın’a, Manisa’ya, Maraş’a.
Üzümleri, incirleri harmanlasın dağ gibi.
Zeytinler ceviz ceviz,
Armutlar yarım kiloluk,
Zerdaliler şekerpare, güneş kokulu…
Bu adam benim babam…
Babaların en hası,
Mayası, insan mayası…
Yumruğu Toros kayası.
Ben beni bildim bileli…
Ben beni bilmezden de önce;
İstiklâl nedir bilmedi,
Özgürlük nedir görmedi,
Yaşamak nedir tatmadı…
Önce ekmeğin kölesi,
Sonra ekmeğin kölesi,
Hâlâ ekmeğin kölesi…
Şu rezil kepaze düzende,
Sekiz çocuk babası…
Benim babam Şükrü baba.
Şimdi madalya takıyor döşüne,
İstiklal madalyası…”
Usta şair sekiz kardeşli bir ailede büyür. İçlerinde tek okuyan Hasan Hüseyin’dir. 1939 yılında Gürün Cumhuriyet İlkokulunu bitirir. Babası okuduğu okulda hademedir. Sınıf bilincine henüz o yaşlarda varmış olmalı. Ortaokula gitmek istese de gidemez. Çalışması, para kazanıp aile bütçesine katkıda bulunması gerekmektedir. Ziraat Bankası şubesinde getir götür işlerinde çalışır bir süre. Zekası ve yetenekleri ile banka müdürünün dikkatini çeker, parasız yatılı okul sınavlarına girmesine bu iyi kalpli adam önayak olur. Sınavın yapıldığı Sivas’a giderken komşularından ödünç ayakkabı alır. Yol 60 km. ayakkabılar ödünç. Yolun çoğunu yalınayak yürür ve sınavı kazanır…
Niğde Ortaokulunu başarı ile bitirir Hasan Hüseyin. 1945 yılında Adana Erkek Lisesine geçer. Edebiyat sevdası gönlüne orada düşer. Dünya Edebiyatı Klasikleri ile tanışır. Bir yandan da şiir yazmaya başlar. Bir ömür yoldaşı olacaktır şiir. İlk Şiir’lerinde “Serhan” ismini kullanır… Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu… Kahramanmaraş’ın Gökşin ilçesine atanır. Yalnızca altı ay sürer öğretmenliği. Nâzım Hikmet Şiir’lerini okuduğu için ihbar edilir, bu yüzden 1951’deki TKP davasına dâhil edilir. Üç yıla mahkûm olmuş, bütün kamu hakları elinden alınmıştır. Elbistan ve Nevşehir cezaevlerinde yatar. Cezaevinden çıktıktan sonra, ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gider. Ardından askere alınır. Tam 27 ay, hem de er olarak askerlik yapar. Oysa üniversite mezunudur. Askerliği bitince baba ocağına döner. Kahvelerde kara kalem portre ressamlığı yaparak, tabela boyayarak ve okuryazar olmayan ailelerin, askerlik mektuplarını yazarak geçimini sağlar. Şiir mi, şiir hep yanındadır, yanı başında…
İlk Şiir’i 1959’da Dost dergisinde çıkar Ayrıca yazdığı iki oyun radyoda piyes olur… 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra ülkede göreli bir özgürlük havası eser. “Türkiye artık değişti” der. Ankara’ya, ülkenin kalbine yerleşir. Akis dergisinde düzeltmen – redaktör olarak çalışmaya başlar… Basın-İş Sendikası’nın da Genel Sekreteridir. Ekmeğini gazetecilikle, düzeltmenlikle kazanır. Derdini, neşesini, umudunu şiire döker. Çağlayan, arı duru pınar gibidir şiiri. Şiir’leri Nâzım Hikmet’in yazdıklarıyla, Attila İlhan’ın şiirleriyle karşılaştırıldı. Nâzım Hikmet’ten ve Ahmet Muhip DRANAS’tan çok etkilendi. Hapislerle ve yokluklarla dolu, çok çalkantılı bir yaşam sürdü Hasan Hüseyin. Şiirden hiç kopmadı. Mizâh öyküleri, çocuk kitapları da yazdı…
El bebek gül bebek büyümemişti, fakat çok sevilmişti, özgür bir çocukluk geçirmişti Hasan Hüseyin. Gençliği de çetin koşullarda geçti. Ekilen ekin gelendir, ezilip un gelendir o. Halkın ta kendisidir. Bunun için şiirleri harbi ve inandırıcıdır. 1948 yılında liseyi bitirirken, çantasında yayımlanmamış pek çok Şiir’i vardı. 1950’lerdeki siyasal koşullar yayımlamasına olanak vermemişti. 1960’larda Ankara’ya gelip yayın olanağı bulunca; güncel olayları da izleyen, sürekli yankı veren, işçilerin-köylülerin sorunlarını savunan, sözünü sakınmaz bir Şair olarak özel bir önem kazanmıştı… Birçok şiiri kayboldu, yok edildi. Fakat zaman hep ondan yanaydı, çünkü o zamanın çocuğuydu, tıpkı halkın içinden kopup geldiği gibi.
Haziranda Ölmek Zor’un önsözünde şöyle der Hasan Hüseyin:
“Şiiri ben, oluşum süreci içinde severim; yâni işçiliğini severim şiirin. Ozanlık, bence, şiirle boğuşmaktır; yıllar önce yazılmış birkaç parça şiiri sürükleyip gezmek değil!.. Ozanlığı şiirseverlikle iyice karıştıranlar, şiirle boğuşacakları, hergün yeni bir şiirle çıkacakları yerde sokağa, eski şiirlerin hafızlığıyla yetinip avunmayı iş sayıyorlar! Şu makina, şu elektronik çağında bir ozanın, kendi şiirlerini ezberden okumak için zorlanması, gömüt başında imamlık gibi gelir bana. Gerçekten de, bitmiş şiir, yâni kâğıda basılmış şiir, arenada kanlar içinde yatan boğa ve onun başında yapayalnız dikilip duran matador gibidir bence, acı verir bana. Oyun bitmiş, devinim bitmiş, döngü kapanmıştır. Döngü, durallıktır; sevmem durallığı. Havanın durgununu bile sevmem. Ölü boğanın başucunda, kılıcı elinde, gözleri yerde, yaslı yaslı, suçlu suçlu dikilip duran şu yapayalnız, şu ağlamaklı! genç adam da kim? Ben miyim o? Hayır! Beni coşturan, yerde kanlar içinde yatan şu boğa değil, bana şimşekli boynuzlarla saldıran o boğadır. Sevişmek ve sevişmeyi bitirmek. Biri coşkunluktur, biri bitmişlik, tükenmişlik. Onun içindir ki, bana yenilen şiiri bırakır kaçarım ben; kaçarım ve boğuşulacak başka şiir ararım. Basılmış bitmiş şiirlerimi çimdikleyip durmamın nedeni de budur.”
Hasan Hüseyin’e göre ozanın da yaşı yoktur, şiirin de. Ozan, radyum gibi, uranyum gibi bir mâdendir: şiiryum\… Kendini yiyip bitirmesi beşikten mezara dek sürer ozanın: yanar, yanar, yanar; durmadan yanar! Solumaktır şiir, yürümektir, yüzmektir, yiyip içmektir, şakımaktır, sevmektir, kavga etmektir, gülüp ağlamaktır şiir, ozan için; bunlardan nasıl usanılır, nasıl vazgeçilir!.. Usta şairin şiir dünyasında şiir, bir sürekliliktir. Onu tanımların dar, tutucu, kısır kalıpları içine sokmaya çalışmak boşunadır. O, evrensel köprülerden geçe geçe, zaman zaman, politik, ideolojik renklere bulaşa dolaşa, yürüyüp koşup uçup gider. Onu yakaladığımızı sandığımız yerde bir de bakarız ki birkaç tüy, birkaç kabuk kalmış elimizde. Kovalamaca yeniden başlar! Ozanın kendi kendisiyle kavgası beşikten mezara dek sürer, dedi Hasan Hüseyin. Şairi 1963 Kasım’ında günışığına çıkan ilk kitabım “Kavel”veya 1959’larda yayımlanmaya başlayan şiirleriyle tanıyan şiirseverler elbette ki merak edeceklerdir: ya ondan öncekiler? Hasan Hüseyin, haftada-bir fotoğrafı çekilen, on beşte-bir kilosu tartılan, her yazdığı her çizdiği dosyalanıp kaldırılan mutlu azınlık çocuklarından değilim, böyle bir çevreden gelmiyordu. Beş yaşından sonra şiirle uğraşmaya başladı. On bir on iki yaşlarında, Kerem gibi, Pir Sultan Abdal gibi, hattâ Rıza Tevfik gibi şiirler söylemeye çalıştı. O günlerin “Ülkü Dergisindeki derlemelere özenerek, evlerden, Arap harfleriyle yazılmış kitaplar topladı; çünkü, bunlarda şiir var sanıyordu. Ortaokul ve lise sıralarında heceyi de, aruzu da, özgür koşuğu da denedi. Her üçünde de başarılı olduğu söylenirdi. Sonunda, özgür koşukta buldu aradığını.
Ve aşk habersiz gelir!
Her aşk öyküsü sonsuzluğa uzanan birer köprüdür. Bazen neşe bazen kederle, kimi zaman çiçeklerle kimi zaman yalımla örülmüş.
3 Mayıs 1963… Azime ve Hasan Hüseyin’in öyküleri o gece başlıyor. Uşak. 3 Haziran 1963. Gece. Çocukları uyumuştur Azime’nin. Hayat ağaçları ve türlü türlü kuşlarla bezeli bir Yörük kiliminin üzerine bağdaş kurmuştur genç kadın; saçılmış dergilerin ve kitapların arasında. Yaz gecesi, pencere açık… Açık pencereden odaya dolan gecenin kokuları… Memleketi Ağlasun’a gideceği tatil günleri burnunda tütmektedir. Radyoda acı bir haber… “Nâzım Hikmet öldü” der radyo. “Büyük Türk Şairi Nâzım Hikmet Moskova’da öldü.” der. Azime yaz günü üşür. İşte o an aklına Hasan Hüseyin düşer. Yalnızlıkta, işsizlikte bir başına neden bırakılır böyle büyük bir şair? Onun da, “Nâzım gibi ölmesini mi bekleyeceğiz, yüceltip, ardından ağıt yakmak için?” diye düşünür. Nâzım Hikmet ölmüştür, Hasan Hüseyin’i yakalamak ister. “Henüz yaşıyor Hasan Hüseyin, belki bu yakınlardadır, elimi uzatsam tutarım belki? Ya susarsa o da? Ya o da susturulursa Nâzım gibi?” Sorular kafasında dolanır durur. Ertesi gün Ankara’ya gider yanına iki küçük çocuğunu da alarak. Hasan Hüseyin’i görebilmek için. Türkiye İşçi Partisi’nde, çalıştığı gazetede arar onu, bulamaz. Hasan Hüseyin memleketi Gürün’e gitmiştir. Kemal Çiftler Azime’ye Hasan Hüseyin’i şöyle anlatır: “İnce dalan bir adamdır ha, bekârdır, yalnız yaşar. Tozu dumana katar haa, yere göğe sığmaz! Dağlık yerde büyüdüğü bellidir, Doğuludur sapına kadar. Dünya iyisidir, çok da alaycıdır haa! Ankara’ya geleli birkaç yıl oldu. Onu tanımayanınız var mı desene, tanıyıp da sevmeyeniniz? ”
Üzgün Uşak’a geri döner Azime. Sonrasında bir mektup gelir Hasan Hüseyin’den. Sonra diğerleri. Tam bir yıl süren mektuplaşma iki yıldızın seher vakti birbirine yaklaşıp yaklaşıp uzaklaşması gibidir. Oğulları henüz doğmadan adını Temmuz verirler. Şair Hasan Hüseyin ile edebiyat öğretmeni Azime’nin tertemiz ve insanlık kokan, emek kokan öyküsü… O yıllarda bir edebiyat öğretmeninin solcu bir şaire âşık olması, öyle sıradan bir şey değildi. Fakat Azime aşkının ardında, sevdiği adamın yanında dimdik durur. Büyük şairin mücadelelerle geçen hayatının ortasında, şiir gibi tertemiz, şiir gibi içten bir aşktır bu… Bir o kadar da sıra dışı… 11 Haziran 1964’te, Altındağ Evlendirme Memurluğunda kavuşur ve evlenirler. Törende sadece beş arkadaşları vardı. Azime çocuklarını alıp; Uşak’tan, Ankara’ya yerleşir. Azime ve Hasan Hüseyin bu dünyada yüz yüze; 20 yıl, 6 ay, 8‘ gün, 8 saat kalırlar. Bu süre içinde kaç şubat 29 çekti, bilinmez. Üstelik Hasan Hüseyin’in defterinde “çıkarılmıştır öpüşülmemiş günleri hesaptan!”
Ölümü: Son yıllarda Haşan Hüseyin, ardı ardına yitirmiştir sevdiklerini. Bunlar, bekleyebileceği ölümler değildir ve gidenlerinin hiçbirine doymamıştır. Belki bu yüzden, pek yakınında duyumsar olmuştur ölümü. Kendi ölümünü de sıkça düşünür. 1981 ve 82’de F iliz k ıra n Fırtınası, Acılara Tutunmak, İşıkla rla Oynamayın adlarıyla ve yakın aralıklarla yayımlanan yapıtlarında bu konuyu irdeleyen şiirler yüklücedir. Dolaylı dolaysız ölümü anlattığı; geçmişe, doğduğu toprağa ve eski sevdiklerine özlemlerle yazdığı şiirleri, bu yeni kitabında da hayli yer tutar. Bazı adamlar var; Sevgi’sini, merhemli parmak uçları marifetiyle, dizelerine serpiştiren. Bazı kadınlar var; adına Şiir’ler yazılan, Sevgi’sini taaa yüreğine gömen, alıp başına tâc eden… 1983 yılında, evinde çalışırken beyin kanaması geçirir 6 ay hastanede, 6 ay evde yoğun bakımda kalır. Hayatının aşkı, eşi Azime KORKMAZGİL; bir gün bile, kocasının başından ayrılmaz. Ancak kurtarılamaz Hasan Hüseyin… 26 Şubat 1984’te ölür. Azime’nin Hasan Hüseyin’i, tüm Şiir yüreklilerin Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, kavganın ve mücadelenin şairidir o. Maltepe Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilir. Güzel ruhu şad ola!