Acil Kapısı, Mükrime Dilekçi Zengin
Kalbimdeki çarpıntı kurabileceğim her cümlenin önüne geçiyordu. Kapının önünde öylece kalakalmıştım. Beni yetim misali bırakan bu kapı hem çok soğuk görünüyor hem de dokunduğumda yakacak gibi üzerime alevler püskürtüyordu. Kedi gibi kapıyı tırmalamak ve içeriye sokulmak istedim. Neredeyse doktorlara, “Nefes alamıyorum. Nefes alabiliyor mu?” diyecek gibi olmam da bundandı.
Hemşire, acil kapısına doğru ilerlerken “Durumu?..” dedim. Gözlerinde telaş konuşuyordu. Ama o telaş, paniğin yanında soluklanmadan hayatı müjdelemek için acele eden bir hâl idi. “Yeni geldiniz, sakin olun.” diyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Sonra hafifçe tebessüm ederek içeriye girdi. İyi bir habere adım atan en ufak bir ima ya da işarete o kadar muhtaçtım ki o tebessüm, elimden tutmuş ve bana onun yaşayacağını söylemişti sanki.
Kulağımda yankılar… Birbirinin üzerinde takla atarcasına yükselen çığlıklar… Ambulans sesi… İlk yardımlar… Hastanenin kapısı… Acil kapısı… Her biri diğerini ebelemiş ve sonra bizi yakalamıştı. Olup bitenler film gibi gözlerimin önünde ilerlerken tekrar “imdaaaat!” diye bağırmaya ihtiyaç duyuyorum. Olup bitenler… Ne tuhaf bir ifade! Her şey olmuş ve bitmiş ise neyi bekliyorum bu kapının sırtında?
Dedemi diş doktoruna götürmek için yola çıktığımız bu sabah… Otobüs, iştahla koca ağzını açmış, yolcuları midesine istiflemişti âdeta. Hiç kimse kendi kokusunun tanığı değildi artık. Kaliteli parfüm, ucuz parfüm, ter kokusu ve ağız kokusu ile harmanlanmış kokuların ortak şahitleri olmuştuk. Sıcak, bu harmanı iyice keskinleştirerek havaya bırakıyor ve koku, hızlı bir şekilde yüzümüze vurup üzerimize yavaş yavaş siniyordu. Otobüsün tüm camlarının açık olması bile kokuların bizi kırbaçlamasını engelleyememişti. Adım atacak yerin dahi olmaması, kalabalıktaki seslerin yükselmesini de kaçınılmaz kılmıştı.
“İleriye git diye bağırıyorsun da nereye ilerleyelim, şoför bey?”
“Biz de insanız. Daha nereye yolcu alıp duruyorsun?”
İnmek için düğmeye bastığı halde oturduğu yerden kalkmak için acele etmeyenler, duraklardaki bekleme süresini artırıyordu. Ve bir kadın dayanamayıp “Madem ineceksin neden iniş kapısına doğru ilerlemiyorsun, teyze?” diye sitem edince şoför, öfkesine oturacak yer bulmuşçasına “Sağ ol be ablacığım. Durak geliyor da bizim yolcularımız sohbeti yarım bırakamıyor. Yahu muhabbetiniz de ne kadar koyu…” diyerek söze giriyor.
Aslında haklı da. Birbirini tanımayan insanların, tanışma faslına bile ihtiyaç göstermeyen sohbetlerini betimlemeye çalışıyorum da içten içe gülmemek imkânsız gibi. Elli yaşlarındaki adam sık sık kolunu tutan bir adama dönüp “Rahatsızsınız sanırım.” dedi. “Evet, kolumda uyuşma var.” diye yanıtladı genç. Hemen yanında oturan gazetesini karıştıran fötrlü ve gözlüklü bey, bakışlarını okuduklarından ayırmadan “Siz de boyun fıtığı var.” diye söze karıştı. Eliyle kolunu sıvazlamaya devam eden adam, doktor teşhisi dinler gibi dikkat kesilmiş görünüyordu. Başka biri “Bazen tek doktora gitmek bile yetmiyor ki… Ben küçük bir kaza geçirmiştim. Sonraları burnumda bir sıkıntı başladı. Doktorun birisi acil ameliyat olmam gerektiğini söyledi. Korktum, başka doktora gittim. Meğer sinüzit, bazılarının başına vururmuş. Benim de burnumda tıkanıklığa sebep olmuş.” diyerek söze atıldı. Ardından diğer hastalıklardan bahsetmeler ve teşhisler birbirini kovalamaya başladıkça otobüsün kapısını acil kapısına benzetmeye başlıyor ve tahayyülümde yolcuların kimisine doktor önlüğü kimisine hemşire kıyafeti giydiriyorum. Sonra duruyorum. Ya ben? Hasta mı olsam doktor mu?
Ve tahayyülümde ikinci sahne… Kadın ve erkek yüzleri yerleştiriyorum tabloma ve sonra her birine kocaman ağızlar çiziyorum. Ve ağızlarının içinden düşmekte olan harfler… Kiminin ağzında “B, G, L, O” Kiminin ağzında “A, N, Z” harfleri… Tabloyu zihnimde tamamlamaya çalışırken yüksek ve tiz bir kadın sesi “Aaa… Öyle mi? Yazık!” derken kulağımı yırtıyor. Evet, kadın kötü bir haber almıştı. Bu, hiç tanımadığı bir kadından aldığı, hiç tanımadığı bir adamın ölüm haberiydi. Haberi veren kadın yakınmaya devam ediyor. “Daha dün hayattaydı. İnanır mısınız, başı bile ağrımazdı. Ama şimdi yok. Kahvenin önünde çay içerken aniden kalp krizinden gitmiş. Ne zaman ne olacağımız belli değil.” Ben de “Ve hastalığından dert yananların sağlıklarına olan dikkatsizlikleri… Sonra ya muayene randevularında yer bulamayınca sızlanmalar ya da acil kapısında ve yoğun bakımda bekleşmeler…” diye söyleniyorum içimden. Sonra kokuların ve seslerin arasında sıkıştırılmış olmamın sitemini kusmak için otobüsten inmeyi bekliyorum. İneceğim yeri görmek için gözlerimin, kalabalıktan müsaade alıp pencereye yaklaşması gerekiyor. Başımı hafifçe sağa ve sola oynatıp bir görüş mesafesi kazanmaya çalışırken genç bir bayanın kucağındaki küçük saksıda nefes almaya çalışan pembe gülleri fark ediyorum. Tüm kokusunu izdihamın içinde kaybetmiş olmanın serzenişinde sallanırcasına boynu bükük pembe güller… Şoför ani fren yapınca birbirinin üzerine düşen insanlar bağrışmaya başlıyor. Hemen toparlanıyoruz. Elimi yanımdaki adamın omzuna bastırdığımı hissedince “Özür dilerim.” diyorum. Adam, konuşmadan elini hafifçe kımıldatarak durumu önemsemediğinin işaretini veriyor. Ben bakışlarımı onda çok bekletmeden güllere sormak istiyorum. “İncindiniz mi?”
Kokunun kırbacından nasibini almış gözüken güller sessizce yüzüme bakarken otobüsün arkasındaki yolcuların “Otobüs yanıyor. Otobüs yanıyoooor!” bağrışları, kadın seslerini öne alarak herkesi bir paniğin ortasına atıveriyor. Otobüsün arkasından uzanan bir duman ve ayaklarımızın altından geçen sular… Bu suların otobüsün neresinden geldiğini anlayacak zaman yok. Şoför, otobüsü durdurup tüm kapıları açıyor. Yolcular da birkaç dakika önce sohbet ettiği yolcunun omzuna çarptığını fark etmeyerek birbirlerinin üzerinden atlarcasına koşuşturuyor. Tüm yolcular otobüsün dışında yan yana dizilmiş bir şekilde yeni bir aracın gelmesini beklerken şoför, birilerine durumu ve bulunduğumuz yeri bildiriyor olmalı ki elindeki telefonla ileri geri gidip geliyor. Dumanla birlikte yükselen koku, içerideki kokuya meydan okuyacak kadar güçlü görünüyor. İnsanların yüzlerine bakıyorum. Korku, telaş ve biraz da rahatlamış olmanın üçlemesi… Ağızlarından çıkan büyük ve küçük harfler yere sarkarken toprağa “Ölüm, üzerimizden geçti.” diye yazıyorlar sanki. Ve ben zihnimdeki tabloyu tamamlıyorum. Önce tahayyüllerime bir giriş kapısı belirliyorum; yani kendimle istişare…
Ölüm:
“Ateşin kokusu insanlara ölümü ezberletiyor. “
Hayat:
“Ne ezberi? Bir defa ölmeyecek miyiz?”
Ölüm:
“Elbette bir defa öleceksiniz. Ama her an ölümün varlığı göğsünüze yaslanacak ve siz sadece bir defa bana yaslanacaksınız.”
Hayata susmasını tembihliyorum ki önüme hastane koridorlarında duvarlara asılı “sus” işaretini veren hemşire resmi dikiliyor. Resmin altına not düşüyorum. “Ölüm, önden gidiyor. Hayat sadece iz sürüyor. Nankör olanlar adımlarını zift gibi yola yapıştırmış. Başkalarının acı ve mutluluklarına dokunmadan sadece ayaklarını seyrediyorlar. Oysa başkalarını hatırlayabildiğiniz kadar varlığınızı hissedebilirsiniz.” Sonra yarım kalan tabloma alevlerin içinde dolaşan insanlar çiziyorum. Ağızlarından düşen harfleri topluyorum ve tablonun altına imzamın yerine onu bırakıyorum: Ölüm. Sonra düşünüyorum. Azrail’in nefesi kokuyor mu? Ölümün kokusu nasıl? Ateş yakınca beden nasıl kokar? Cehennem susuyor. Bir kadın bağırıyor. “Cennet nerede?” Şaşkın bakışlarımı kadının yüzüne bırakıyorum. O, farklı bakışlardan sıyrılıp yeniden bağırıyor. “Cennetim nerede? Birlikte inmiştik otobüsten…” O an fark ediyorum. Tablomda her şeyin rengi kırmızı. Tablom, altından ırmaklar akan cennetin manzarasına ne kadar yabancı duruyor. Ben zihnimdeki tabloda gezinmeye devam ederken kadın, sıkıntısını dışa vuran gözleriyle yolsuz bırakıyor kendini yolun ortasında.
Ve sonra işte o beynime yığılan çığlıklar… Yol… Yolun karşısına yuvarlanan pembe top… Oyuncağının peşinde koşan küçük bir kız… İlk çığlık… “Kızım!” Ardından küçük kızın canına koşan dedem… Sonra diğer çığlıklar…
“Araba vurdu.”
“Kızım, cennetim!”
“Yok, çocuğun üzerindeki kanlar ihtiyardan sıçramış.”
“Ne diyorsunuz ya… Dedem öldü mü?”
“Ambulansı arıyorum. Gelir şimdi…”
“Adamı kımıldatmayın… Kırık olabilir…”
Sonra ambulansın sesine karışan çığlıklar… Ve beyaz önlüklere teslim edilen dedem… Ben ateşlerin boynuna atılmışım… Sanki otobüs yeni tutuşmuş da tek yanan yolcu benim… Dedem… Canım… O, hayat ile ölüm arasında… Acil kapısına mıhlanmış gözlerimi bırakırken kollarımı kapının genişliğine ulaştıracak kadar açmak ve dedem oradan çıktığı anda onu sımsıkı tutmak istiyorum. Yakınını bekleyen bir teyze “Buraya ne zaman düşeceğimiz belli değil. Rabbim buraya muhtaç etmesin, burasız da bırakmasın.” derken hayatın gerçeğini zamana naklediyor. Otobüste herkese akıl verecek durumda olan kendimi hatırlıyorum. “Hastalığından dert yananların sağlıklarına olan dikkatsizlikleri… Sonra ya muayene randevularında yer bulamayınca sızlanmalar ya da acil kapısında ve yoğun bakımda bekleşmeler…” O an yanımdan pembe önlüklü görevli geçerken burnuma pembe güllerin kokusu dokunuyor sonra önümde küçük kızın topu yuvarlanıyor. Anlık bir dikkatsizlik… Yoldan geçen arabaların hızını unutan dedem ve hastane yolu…
Bir süredir hareketsiz önüme düşen başımı kaldırıyorum. Duvarda “sus” işareti ile bana gülümseyen hemşire ile göz göze geliyorum. Ve o not beynimi tavaf etmeye başlıyor. “Ölüm, önden gidiyor. Hayat sadece iz sürüyor. Nankör olanlar adımlarını zift gibi yola yapıştırmış. Başkalarının acı ve mutluluklarına dokunmadan sadece ayaklarını seyrediyorlar. Oysa başkalarını hatırlayabildiğiniz kadar varlığınızı hissedebilirsiniz.”
Doğru ya o notu oraya ben şerh bırakmıştım. Göğsüm bir an genişliyor bir an daralıyor. Hastane koridorlarına yazılan tüm acılara sarılmak istiyorum. Hatta hastası taburcu olanları müjdelemek… Başkalarını hissetmek… Varlığıma dokunmak… O an muayene ve hasta bakım odalarına ve yoğun bakıma koşuşturan doktor ve hemşireler tablomun içine doluyor. Başkalarını hissediyorlar mı? Varlıklarına dokunabiliyorlar mı? Bilmiyorum. Ama ilk defa sakinleşerek bulunduğum noktaya çömeliyorum. Kendimi heceliyorum. Dilimin ucuna gelen her cümleyi heceliyorum. “Umudu doğuran hüzündü aslında. Onun rahminde gün saymamış olmasaydı doğar mıydı?” diyorum. Ümidim kadar hüznüme de nöbetçi kılıyorum kendimi. Gecenin koynunda bekleyen güneş… Sabahın göz kırpmasıyla beraber vaktin kucağına bırakılmamış mıydı? Cesaretleniyorum ve gecenin ortasına güneş resimleri çiziyorum. Artık acil kapısından giren ya da çıkan ne doktor ne de hemşire yabancım değil. Dedemin yakını… Canına uğrayan ve ona dokunan bir tanıdık…