Ağustos Böcekleri, Serpil Tuncer
‘Her kafadan bir ses, at kafadan bilgi yarışmasına’ hoş geldiniz. Burası zurnanın zırt dediği yer arkadaş. Zart zurt da olabilir. Her neyse. Duydunuz çukurdakilerin seslerini. Kime dokunsan bin ah işit. İnsanoğlunun dünyadaki günleri nasıl ‘laklak’ la geçmişse burada aynısı. Topyekûn kıyameti bekliyoruz yargılanmak için. Artıyor, eksilmiyoruz hiç. Günahlarımız diz boyu.
Bu mezarlık yapıldığında ben buraya ilk gömülenlerdenim. Yaklaşık on senedir burada yatıyorum. Kıdemli sayılırım. Burada günler geçmiyor, belki de geçiyordur. Aklım karışık doğrusu. Geçen onca yıla rağmen kendimi üç dört gündür buradaymışım gibi hissediyorum. Bu da demek oluyor ki; günler su gibi geçmiş aslında.
Benim kendi durumumla ilgili sıkıntılarım yok. Günah defterimin kabarık olduğunu söyleyebilirim ama elden ne gelir. Benim sıkıntım; burada yatan mevtaların bitmek bilmeyen çenesiyle. Sabah başlıyorlar konuşmaya akşama kadar durmuyorlar. Ne konuştuklarını da anlamadığımdan mezarlıktan insanı çıldırtan uğultular yükseliyor. Hayır, başım ağrıyor diyeceğim ama artık ağrıyacak baş da kalmadı. Dünyada da böyleydim ben. Sessiz, sakin, kendi hâlinde bir adamdım. Etliye sütlüye karışmazdım ama kesin yargılarım ve insanı erdemli hayata götürecek olan büyük ütopyalarım vardı. Filozoflar gibi saatlerce düşünürdüm, konuşmazdım kimseyle. “Ne düşünüyorsun?” diye soranlara da “hiç, size ne?” derdim. Düşüncelerimi paylaşmak istemezdim başkalarıyla. Düşünceler, benim kalın kafatasımın içinde saklıyken ne diye dilimle ifşa edeyim. Otur sen de düşün, dediklerim doğru değil mi arkadaş? Herkese adamakıllı düşünsün diye bir beyin vermiş Allah. Dünyada yaşarken düşünmeye doyamadığımdan ölünce uzun uzun düşünürüm dediydim ama şu uğultu sinirlerimi zıplatıyor. Kimi zaman ağlama, kimi zaman bağırıp çağırma sesleri… Hiç kesilmiyor pişmanlık dolu benzer cümleler ve hep aynı ironi. Ne bu ya!
Uğultu demişken; neden bilmem, aklıma ağustos böceklerini öldüren Pala geldi. Ortağı olduğum ve benim de canı gönülden çalıştığım lunapark, Ege’de bir liman kentine taşındığında tanışmıştım bu adamla. Lunapark demişken; lunaparklar sirklere benzer. Boş bir arazi kollanır. Şartları uygunsa araziye çöreklenip kamp kurulur, uzun yaz geceleri ve gündüzleri lunaparka müşteri çekilir. Dönem, bol kazançla sona erer. Sonra kış gelir ve lunapark çalışanları ekipmanlarıyla birlikte yeniden yola çıkar. Yolda, önümüze çıkan başka yerleşim yerleri gözümüze kestirilir. Kuruluş düzenimiz aynıdır, yine arazi araştırılır. Eğer kafamıza yatarsa ekip burada konaklar. Uzun bir konaklamadır bu. En az altı ay en fazla iki yıl sürer. Lunaparktaki eğlence makineleri tekrar kurulur. Bu iş günlerce sürer. Elektrik tesisatı, su tesisatı, çekilir. Çadırlar kurulur; etraf, makineleri söküp takmaya yarayan onlarca alet edevatla doludur. Tabi insan gücünü de unutmamak lazım.
Orta Anadolu’dan Ege’ye geldiğimizde, rastgele önümüze çıkan bir liman şehrinin içinden geçmiştik. Burasını çok sevmiştim. “Buraya kuralım lunaparkı” demiştim. Lunaparkın üç ortağından biri olan Yusuf – ki biz üç ortaktık- kasabayı nüfus olarak az bulduğu için bu fikre sıcak bakmazken, benle Seyit buranın tabi güzelliklerine vurulmuştuk. Bayırları süsleyen zeytin ağaçları yeşil koyun içinde kaybolmuş kasabayı gözden ırak yapıyordu. Sessiz, sakin ama kendi içinde hareketli bir yerdi. Kıraç arazisini süsleyen makiliklerde halk tarım yapamıyordu ancak zeytinden elde ettikleri gelirle geçiniyordu. Zeytin de gelir kapısı olarak fena sayılmazdı. Halk paralı olunca da illaki bize de iş çıkardı. Üstelik peyniri de meşhurdu. Başka illerden buraya peynir alamaya gelenler olurdu. Kızları ise peri güzelliğindeydi. İnsanları önyargılı değildi. Bizi dışlayıp, lunaparkın kurulmasına engel olacak hâlleri yoktu. Mutlu bir kasabada olması gereken ne varsa burada yaşayan insanların yüzünden bunu okuyabilirdiniz ve üçe iki karar verdik. Lunaparkın yeni mekânı bu kasabaydı.
Çok sonra tanışmıştım Pala’yla. Kış bitip, yaz başladığında. Tam işler tıkırında giderken. Gerçek adını hiç sormadım ama bu kasabada ona herkes Pala derdi. Yüzünü örten pos bıyıklarından olsa gerekti. Bıyıkları ona sevecen bir hava katıyordu. Hep gülümserdi Pala. Kamp kurduğumuz yerin az ilerisinde bulunan ıssız bir arazide tek başına otururdu. Bazı zamanlar evine giderdim. Yer yer bataklıktı evinin bulunduğu yer. Bataklık deyince sinekleri unutmamak lazım. Dumana benzer gölgeler oluşturarak havada gezinen sinekler bir dişlediler mi vücutlarımız kıpkırmızı kabarırdı. Bir yere bataklık denilecekse eğer sadece sineklerin olması da yetmezdi, sazların varlığından da söz etmek gerekirdi. Burada da gövdeleri ağaç kalınlığında olan uzun, sarı sazlar vardı. Sıcak ege rüzgârı esmeye başladı mı, sazların başları yere doğru eğilirdi. Kurbağaların vıraklaması bitmezdi. Bataklıkta yürüdüğüm zaman nerden gelecekleri ve nereye gideceklerini kestiremediğim kurbağalar ayaklarımın dibinden fırlayıp, telaşla sağa sola kaçışırlardı.
Kör kütük sarhoş gezerdi Pala. Ayyaş desem hakaret olurdu. Kendini bilen sarhoşlardandı. Mangala çağırırdı beni, içki sofrasına ilişmediğimden semaverde çay yapardı bana. Tövbeliydim içkiye. Yıllar önce, sarhoşken, lunaparka gelen evli bir kadın müşterimize dengesiz hareketlerde bulunmuşum. Bizimkilerin demesine göre kadının üzerine yığılmışım. Yok daha neler. Olayı pek hatırlamasam da kadının kocasından bir ton dayak yemiştim. İşin özü, şişede durduğu gibi durmuyor bu şeytan suyu. Bu olaydan sonra içkiye hemen tövbe ettim. Müşteriye karşı olan samimiyetimi ve hürmetimi kaybetmiş olmam kanıma dokunmuştu. Yoksa birkaç dayak kötekle tövbe edecek değildim. Ben, ekmek kazanılan kapıya saygıda kusur etmeyen birisiydim. Ekmek kutsaldı benim için.
Gecelerim bu kurulu sofrada Pala’yla geçerdi hep. Muhasebeci edasıyla, hiçbir menfaat gözetmeden, hesap kitap sorardı. Kazanç, önemliydi onun için. “Lunapark yeni kuruldu, hele tanınsın bu muhitte, gör bak, nasıl da mangırları kaldıracağız” derdim. Ufak at da civcivler yesin gibisinden gülümserdi. Kendinden emin hâline sinir olmuyor değildim. Bir de kafasından sarkan bitlere. Onunla konuşurken gür ve kıvırcık saçlarından sarkan, eğri büğrü ve çok ayaklı kahverengi bitler alnına doğru inerdi. Kocaman olmuş besili bitlerini temizlemek için hiçbir çaba göstermezdi. Öylesine alışmıştı ki onlarla yaşamaya, kaşınmazdı bile. Hatta bitlerin, kanında gezen küçük mikropları yediğini ve bu yüzden hiç hastalanamadığını övüne övüne anlatırdı.
Hurdacıymış eskiden. Karısı öleli çok olmuş, çoluk çocuk da evlenince böyle bir başına yaşamak zormuş. Yalnız yaşamak canına yetiyormuş. Yalnızlığın onda bitmeyen takıntılara sebep olduğunu bilmekte ve gözlemlemekteymiş ama bunun için elinden gelen bir çare de yokmuş. İçmeyip de ne yapsınmış. Sözüm ona en iyi arkadaşıymış şişeler.
Yıllar yılı mesleği olan hurdacılık işine işlemişti Pala’nın. Ruhu da hurdacıydı. Derme çatma evi çöp yığınlarıyla doluydu. Evden çok hurdalığa benziyordu yaşadığı yer. Sokaktan bulduğunu toplayıp evine getirirdi. Evde neler yoktu neler… Araba lastiğinden tutun da, kırık dökük mutfak eşyalarına kadar.
Bir gece evin önündeki verandada oturuyorduk. Sinekler dört tarafımızı sarmıştı. Öyle ki gömleğimin üstünden bile sinekler beni ısırıyordu. Pala alışkındı. Bir keresinde bana, bitli olduğu için sineklerde onu ısıracak cesaretinin olmadığını söylemişti. Mangırı bitmiş demesine göre. Artık içmeyecekmiş. Rüyamda görsem inanmam gibisinden bakmıştım yüzüne. Pilavdan dönenin tahta kaşığı kırılsın der gibisinden aşağılayıp süzmüştü beni. Sonra, sohbetin alakasız bir yerinde;
“Deli ediyor bu ses beni, deli.” dedi.
“Ne sesi?”
“Duymuyor musun?”
“Yok duymuyorum.”
“Şu mutfaktaki buzdolabının sesini duymuyor musun sahiden?”
Kulak kabarttım iyice. Sıradan bir buzdolabının çıkarttığı sesti bu. Tuhaflık yoktu motorun sesinde. Hatta bu evde en yeni, en güzel eşya da buzdolabıydı bence.
“Yatamıyorum bu dolabın sesinden. Ağustos böceklerinin sesine benziyor motorundan çıkan sesler. En derin uykumdan uyandırıyor beni. Kötü düşler gördürtüyor bana. Üzerime afakanlar basıyor. Bak ne diyeceğim; yarın kamyoneti al ve buraya gel. Götür şu dolabı. Yoksa üzerine bir bidon benzin döküp avlunun ortasında çatır çatır yakacağım.”
“Aman yapma!” dedim. “Şu sıcak yaz gününde biz hamam suyu gibi su içerken, yiyeceklerimiz zamanından önce küflenip, çöpe giderken, hiç yapılır mı bu? Aşkolsun, biz kasabanıza gelmiş Tanrı misafirleri değil miyiz? Ben erkenden kamyonetle gelip, alırım buzdolabını. Çok sevinir çalışanlar. Soğuktan çatlamış karpuz yeriz sayende.”
“Yarın… Eğer yarın gelmezsen sonraki güne bu dolabın demir kasası kalır. Ben de Pala’ysam yaparım dediğimi. Ona göre!”
Ertesi gün, sabahın kör vaktinde dayanmıştım kapısına. Dolabı tuttuğum gibi yükledim kamyonete. Lunapark çalışanları çok sevindi buzdolabını görünce. Kedi olalı fare tutmuştum. Dolapta soğuttuğumuz soğuk suları güpür güpür içerken saf ve salak bulmuştuk Pala’yı.
Yaz başladığında güzel gitti işler. İşçilerimizden bazıları kasabanın kızlarına âşık oldu. Siz siz olun, elin kızının günahına girmeyin diye işçilerin kulaklarını çektik. Ne de olsa ekmek teknemizdi bu kasabada yaşayanlar. İnsan yediği ekmeğe namertlik eder mi hiç.
İşten güçten vakit bulup da gidemiyordum Pala’nın yanına. Onu özler olmuştum. Birkaç kere, gece yarısından sonra lunaparkı kapattığım gibi bataklıktaki evine gitmiştim ama avlunun kapısını defalarca çalmama rağmen kapı açılmamıştı. “Acaba” dedim “hatun mu attı eve bu yaşlı kurt?” Belli mi olur? Pala bu. Uzun geceler bıkmadım onun evini defalarca ziyarete gitmekten ama her seferinde açılmadı kapı. Gündüzleri öylesine yoğundu ki işler, gidip de bakamadım bir türlü. Aklıma kötü fikirler geliyordu ama tek derdim Pala olamayacağına göre çok da peşine düşmemiştim. Yine de bir gece yarısı evine gittim. Avlunun kapısı açıktı bu sefer, ancak evinin dış kapısı kapalıydı. Defalarca vurdum. Bağırdım, “Pala!” diye seslendim. Cevap veren olmadı. Tam çekip gidiyordum ki Pala karşıma çıktı. Bıyıklarının düzeni gitmiş, gözleri, sakallarının ve saçlarının içinde kaybolmuştu. Kıl yumağı içinde parlayan iri gözleri siyah siyah gecenin loş ışığında parlıyordu. Bu hâli korkuttu beni.
“Nerelerdesin kaç gündür?” diye sordum.
İşaret parmağını dudağına getirdi.
“Sus, sessiz ol! Bak sana ne göstereceğim.”
Elinde mukavvadan kare bir kutu vardı. Kutunun kapağını açtığında ay ışığında parlayan çekirge büyüklüğündeki ağustos böceklerini görmüştüm. Bir düzine kadarlardı. Dehşetle baktım. Hepsi ölüydü.
“Sabaha kadar bu kahrolası böcekleri avlıyorum ben. Önce seslerini duyuyorum, sonra sessizce onları takip ediyorum. Çoğu zaman bodur ağaçların dallarında ya da zeytin ağaçlarının yapraklarında yakalıyorum onları. Öldürüp saklıyorum.”
“Neden? Neden yapıyorsun bunu?”
“Seslerine dayanamaz oldum artık. Bunların o ince çırçır öten seslerini duyunca aklımı kaçırasım geliyor. Hem bunların yüzünden içemez oldum. Bütün gece bunların peşine düşünce ertesi gün komaya girmişçesine koca gün uyuyorum. İşin özü bende bir hâl var. Hiçbir şeye benzemiyor, kendime konduramasam da akli melekelerimi kaybettim sanırım.”
İşte o an, Pala’nın yalnızlıktan kafayı yediğini anladığım zamandı. Bunca ses seda varken ne diye bu küçük böceklere kafayı takmış olsun?
Şimdi ben de Pala gibi oldum. Bu mezarlıkta yatanların uğultularını tıpkı ağustos böceklerinin çıkardıkları o ince fısıltılara benzetiyorum. Düşünemiyorum bunların yüzünden. Mezarımda rahat yok. Şeytan diyor ki; kalk şu yattığın yerden, bütün mezarlığı ateşe ver.
Küle çevir hepsini. Çevir ki şu sesler kesilsin. Dağılmış kemiklerime bakıyorum; geldiğim son nokta, durum itibariyle içler acısı. Yaşarken akıllı, ölüyken deli olmanın nasıl bir mutsuzluk ve çaresizlik olduğunu anlasam da anlatamıyorum. Yeniden, ama yeniden, belki bin defa ölmek istiyorum. Yer gök aşkına birileri durdursun şu uğultuları.
Ağustos böcekleri artık her yerdeler.