Atatürk ve Tiyatro

Sedat Atamtürk
Sedat Atamtürk, Resim: Duru Akın
Dergimizin 3.sayısında Tiyatro bölümünden merhaba dostlar. Bir kez daha sizlerle beraber olmanın sevinci ve heyecanı içerisinde yazımı yazıyorum.
Elli yedi yıllık ömrüne; on bir savaş, yirmi dört madalya, yedi nişan, on üç kitap, bir ülke ve milyonlarca özgür insan sığdıran Ulu Önder Atatürk, aynı zamanda bir sanat âşığıydı. Atatürk’ün başlattığı aydınlanma olgusuna bilim ışığının yanı sıra sanatın estetik ve duygusal güzelliği de olumlu katkı sağlamıştır.
Atatürk, güzel sanatları, eğitim, bilim ve kültür devriminin bir parçası olarak görür ve bunu her zaman yinelerdi. Ulusumuzu her konuda olduğu gibi, sanata yönelme konusunda da özendiren kişi Atatürk’tür. Atatürk, 1923 yılında Ankara Halkevi’nde ressamlarla yaptığı bir söyleşide şöyle demektedir: “… Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.”
“Aydınlanma Dehası” olan Atatürk büyük bir asker, devlet adamı ve diplomat olmanın ötesinde, büyük bir kültür devrimcisi ve sanatseverdi. Öte yandan, “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür” diyen Atatürk, güzel sanatlar alanındaki çalışmaları kendisi yönlendirmiş ve başarılı sanatçıları ödüllendirmiştir. Geçmişteki ve günümüzdeki güçlü liderlerin tersine sanatçıya hiç müdahale etmemiştir. Sanatçının neyi yapacağına, nasıl yapması gerektiğine dair ne bir baskı ne de telkinde bulunmuştur.
Atatürk’ün sanata verdiği önem çok nettir. Çünkü Atatürk’e göre sanatçı dokunulmazdır. Sanatçının özgürlüğü sınırlandırılamaz. Ulu Önder Atatürk’ün 1932 yılı nisan ayında Ankara Halkevi’nde söylediği bu sözler belleklerden silinmedi: “Tiyatro yalnız hoş vakit geçirme, bir eğlence aracı değildir. Bir ulusun fikri seviyesini, yaşayışını ve zevkini de yansıtan büyük bir sanat dalıdır. En yakın zamanda bir ‘Temsil Akademisi’ kurulacaktır.” Atatürk, tiyatro konusuyla özellikle ilgilenmiş. Halk Evlerine tiyatro kolu açtırmış, desteklemiş, bu alanda bizzat çalışmalar yapmıştır. Tiyatronun sanat olarak gelişmesini istediği kadar, bu sanatı, devrimleri yaygınlaştırmak, Türk ulusuna temel olacak ilkeleri tanıtmak, sağlamlaştırmak için bir araç olarak kullanmayı da istemiştir. Akın, Mete, Özyurt, Atilla bu amaçla yazılan oyunlardır.
Atatürk, sahne sanatlarının kültürel kalkınmanın ana damarlarından biri olduğunu düşünüyordu. 1927’de İstanbul’da teşkil edilen ‘Sanayi-i Nefise Birliği’, tiyatro eğitimine başladı. Operaya destek vermek için 1930’da ‘İstanbul Opera Cemiyeti’ kuruldu. 19 Haziran 1934’te Türkiye’yi ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Şah Pehlevi onuruna, Atatürk’ün yönergeleri ve denetimi ile ‘Özsoy Operası’ yazıldı.
Atatürk döneminde profesyonel tiyatro çalışmalarının merkezi Darü’l Bedâyi idi. Ayrıca özel tiyatro grupları da vardı. Osmanlı’dan intikal eden bu kuruluşun başına 1927 yılında Muhsin Ertuğrul getirildi ve büyük gelişme kaydedildi. Kadın oyuncuların sayısı artırıldı. Oyun dağarcığı geliştirildi. Bilindiği gibi, Afife Jale’den sonra Atatürk’ün isteğiyle Bedia Muvahhit de ilk kez İzmir’de sahneye çıkmış (Temmuz 1923), filmlerde rol almıştı. 25 Haziran 1927 gün ve 1167 sayılı kanun çıkarılarak eğitim amaçlı temsillerden ve konserlerden Tüketim vergisi alınmaması sağlandı. 19 Kasım 1930 tarihinde Darü’l Bedâyi’ye bağlı bir Tiyatro Meslek Okulu açılarak yeni sanatçılar yetiştirilmeye başlandı. 1931 yılında Darü’l Bedâyi’nin adı İstanbul Şehir Tiyatroları olarak değiştirildi.”
“Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz. Hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkar olamazsınız.” sözleriyle sanata ve sanatçıya verdiği önemi vurgulayan Atatürk’ün sanat konusundaki görüşlerini sayfalarca anlatsak bitmez biliyorum sevgili dostlar ancak bize ayrılan bölümün sonuna geldik. Atatürk’ün sanatçıya verdiği önemi gösteren bir anıyı aktararak yazıma son veriyorum.
Vasfi Rıza Zobu anlatıyor: “Yıl 1930… Ankara Türkocağı’nın yeni yapılan binasındaki tiyatro salonunda, on bir gece ve dört gündüz temsil verilecek. Gazi Mustafa Kemal Paşa da bu temsillerin yarısından çoğunu huzurlarıyla şereflendirecekler… Nisan ayının ilk haftası içindeydik. Çiftlikteki Marmara Köşkü’ndeki gece yemeğine hepimizi davet ettiklerini, iki gün öncesinden bize bildirdiler. Hanımlar tuvaletli, erkekler smokinli olacaklardı…
Bütün vekillerin, mebusların ve Ankara’daki sefirlerin bulunduğu o gecenin sohbetleri pek samimi ve neşe içinde geçti. Saatler gece yarısını aşmıştı. Ertesi gün provamız, gecesi de oyunumuz vardı. ‘Acaba izin istesek ayıp olur mu?’ düşüncesindeydik… Doktor Reşit Galip Bey, daha Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) olmamıştı. Gazi tarafından sevilen; konuşmaları onun tarafından hoş karşılanan, zeki yaradılışlı bir mebustu… ‘Ben söyler size izin alırım. Takılın peşime’ dedi…
Toplu bir halde yaklaştık Paşa’ya… Etrafında çepeçevre olduk… ‘Ne istiyorsunuz’ der gibi, bizi süzdükten sonra, ortamızda bulunan Reşit Galip Bey’e şöyle bir baktı…
Reşit Bey hemen: ‘Paşam, yarın akşam temsilleri olan sanatkârlara müsaade etseniz.’ Gazi ayağa kalktı… ‘Peki’ veya ‘Hayır’ demedi. Sadece tasvip eder bir bakışla bizleri süzdü. İzin çıkmış demekti bu… Reşit Bey derhal: ‘Öyleyse müsaade ederseniz, ayrılırken elinizi öpmek istiyorlar’ dedi, demedi, diyemedi… O, ahenkli sesi ve o mutlaka ikna edici söz kabiliyetiyle: ‘Hayır’ dedi… Hepimize bir şaşkınlık geldi… Aykırı bir istekte mi bulunmuştuk acaba? Kulaklarımızdan ruhumuza kadar işleyen seda devam etti. ‘Siz’ dedi. Beğenmedi bu hitabı. Tashih edercesine ‘Biz’ diye baştan aldı. Evet, ‘Biz hepimiz mebus oluruz. Vekil oluruz. Hatta Reisicumhur oluruz. Ama hiçbirimiz sanatkâr olamayız. Reşit Galip Bey… Bilin ki; Sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür’… Der demez hepimiz birer sulu göz kesildik o anda, Ata’nın kadirşinaslığı karşısında gözyaşlarımıza engel olamadık.”