Aynalar ve İnsan Yüzleri / Nazan Özen
Suretini görmenin tadına su birikintisinde varan insanoğlu, kendini, o yere göğe sığdıramadığı kendini istediği her an görebilmek için aklını kullanmış, camı sırlamış, ayna diye eline almış. Bakmayı bilmiş mi peki? Ne aramış baktığı aynada ne görmüş aynadaki yansıyanda?
Suretimizi her zaman göremesek, farzı muhal senede bir buluşabilsek kendimizle nasıl olurdu diye düşündüm de zamanın ve yaşadıklarımızın bizdeki etkisinin daha kolay farkına varırdık gibi geldi bana. Son gördüğümüzden bu yana artan çizgiler, dudağımızın kenarında oluşmuş yeni bir kıvrım, yüzümüzün solmaya başlamış rengi bize daha net görünürdü. Üzdüklerimiz üzüldüklerimiz, hatalarımız, günahlarımız yüzümüzde salt okunur olurdu. Gerçek, bir tokat gibi vurulurdu yüzümüze o zaman. Yaşlanıyorsun ve sona doğru gitmektesin! Kâinatta her şey aslına dönermiş, toprak da bizim mayamız. Senelerin sillesini yedikçe kırışan, buruşan vücudumuzun görünümü çatlamış toprağa ne kadar yakın bir resimdir. Yıllar geçtikçe kaybettiğimiz tazelik, pörsümüş ve kendini yer çekiminin kollarına bırakmış bir deri yığınına dönüşecek.
Her gün baktığımız ayna bizden gerçekleri gizlemeye çalışıyor gibidir. Ser verir sır vermez, konuşmaz bizimle. Farkına varamayız, yeni bir çizgi kendine ağır ağır, yer arıyordur yüzümüzde oysa. Birkaç güne belki aya kalmaz minder atıp oturmuştur yaylana yaylana. Günler aylara, aylar senelere bağlanır durur da nihayetinde bir haritaya döner çehremiz.
Salah Birsel’e göre, insan evsiz barksız yaşarmış da aynasız yaşayamazmış. Denemeye besmele çekmeden evvel aynanın bendeki yerini sorguladım. Anlam yüklü bir nesne bende evet, ne var ki çok heveslisi değilim. Hiç bakmam desem yalan söylemiş olurum, bazen gayri ihtiyari bazen mecburi bazen de bilirsiniz, uzun uzadıya içinden yansıyanı görmek ister de hani kendini hizaya sokmak ister ya insan, o zaman bir süre söyleşiriz o kadar. Yaş aldıkça körpeliğe imrenen yüreğini soğutmak için, onu her dakika yamacında tutan kadınlardan olmadım.
El pençe divan durunca karşısında az sonra sorguya çekilecek bir suçlu gibi ben susarım, o konuşur. Keşkelerimi, pişmanlıklarımı, aldanmışlığımı, yaptıklarımı, kursağımda kalanları, nereden bilir de böylesine cesurca yüzüme vurur her seferinde şaşarım. Yüreğimden akan ince bir sızı kendine nasıl yol bulur da bakışlarıma, yüzüme usul usul yayılır hep şaşarım. Yüzümde çöreklenen ifadeye, bana hissettirmeden aşağı düşen yanaklarıma, gözlerimin altına bırakılmış torbalara, feri kaçmış gözlerimin kenarında gezinen kazların ayaklarına… İki kaşımın arasında beliren çift çizgiyle ele verdiğim, kızgınlığıma dünyaya…
Yaşam aslında ne yaşadığımız, ne yaşamadığımız, sahip olduklarımız, olamadıklarımız evlenmemiz, boşanmamız, ebeveyn olmamız, kariyer hayatımız gibi görünen kavramlardan öte tüm bu olanlar ve olmayanlar karşısında bizde gelişen ruhsal büyüme, anlama, idrak etme, kendini ve hakikatini bulma arayışı bana göre. Zaman zaman içine dönüp bakan, yaşam sürecini sorgulayan insan, kendisi için yaşamın nasıl bir istikamette ilerlediğini görebilir. Kaç adım geri, yerinde mi saymış, ne imiş ne olmuş, kaç adım ileri gidebilmiş, insan olmanın bilincine erebilmiş mi gibi. Bu sorgulamaya yüreği yetenler için aynalar güvenilir bir dosttur ve asla yalan söylemezler.
Salah Bey’in Kurutulmuş Felsefe Bahçesi isimli deneme kitabının Aynalar bölümünde şöyle bir kısım vardır:
‘‘Nihat Sırrı Örik’in büyükannesi Ayşe Sıdıka Hanım’a sorarsanız o da size yana yakıla aynaların ikiyüzlülüğünden açar. Ama o, kırk dokuz yaşında kanser tuzağına düşmüş, bütün güzelliğini de yitirmiştir. Bu yüzden bir gün yolunu kesen bir boy aynasının suratına tükürecek ve şöyle bağırmaktan çekinmeyecektir:
-Tuh, Allah belanı versin teccal karı! ’’
Bu alıntıyı yazınca belleğimin ücra bir köşesinden kopup gelen bir hatıramdan burada söz etmem farz oldu.
Kaç yaşlarımdaydım net hatırlamıyorum, anneannemin bizimle yaşadığı zamanlar. Yaşının ve evladını kaybetmenin verdiği acıdan olacak aklını yitirmişti. O zamanlar Alzheimer ismi konulmamıştı bu hastalığa, delirmiş denirdi. Bir akşam yemeğinde bir bardak dolusu suyu odadaki boy aynasına fırlatmış, al sana al sana diye bağırıyordu bir yandan. Şurada bir kadın var dedi sonra, sürekli bana bakıyor. Çocuk aklımla epey gülmüştüm, şimdilerde anımsayınca burnumun direği sızlıyor. Hayat ağacımın köklerinden sürgün vermiş bir kere bu iflah olmaz hüzün, kaç kaçabilirsen.
Annemin annesi! O kadını ben de görüyorum biliyor musun, şimdi de bana bakıyor. Lakin ben kızgın değilim ona, ne su fırlatacağım ne tüküreceğim. Ben o kadının tutunmaya bir dal bulamayınca kendine bir ağaç düşlediğine tanıklık ettim. Yaşadığı şartlarda en iyisini yapmaya çalıştığını biliyorum, bana hiç gülümsemiyor ama o kadından hoşnudum ben.
Yılların ve içinden geçtiğim hayatın bedenimdeki ve ruhumdaki her işaretine, her çizgisine sahip çıkacağım. Benim yüzüm sadece bir yüz değildir, benim hayatımın ta kendisidir. Çeyiz sandığı neyse bir genç kız için, azık torbası ne ise bir yolcu için, ya da bir hazine sandığı neyi ise bir haraminin…
Huzura gittiğimde diyeceğim:
-Rabbim, yaşamak zordu, sorumluluk ağırdı. Düştüm kalktım, çamura bulandım, yara aldım. Vefasızlık gördüm. Ezilene, hor görülene, boynu büküğe rastladım. Geçip gitmedim acının yanından, ben de acıdım ben de yandım. Bak, işte bu yüz bunun ispatıdır. Sana kırık dökük bir kalbin yansımasını getirebildim.