“Bazı mekânların ezelden alnımıza yazıldığına kesinlikle inanıyorum.” diye düşündü kadın. İşte gene buradaydı, gelip geçerken birkaç gün kalmak üzere uğranan yol üstü, bilmem kaçıncı sınıf oteller gibi. Bu üçüncü gelişiydi, bu defa ne kadar süreceğini bilmiyordu ama ilk ikisinde kısa bir mola yeri olmuştu burası, bir geçiş noktası. İlkinde bir yıl dolar dolmaz gönlünün istediği başka bir okula geçmişti ilk fırsatta, olmak istediği, hep “Keşke orada çalışsam.” diye içinden geçirdiği.
Şimdi dördüncü kattaki bu sınıfın penceresinden bahçeye bakarken o ilk gelişi; bir şehirde, bir evde, bir ailede “yeni” olduğu, “yeniden” oluştuğu günler canlandı gözünde. Bir adamın karısıydı, adam bu şehirde çalıştığı için “eş durumu” mazeretiyle şehre tayinle gelmişti kadın, hatta bu okulu da evine yakın olduğu için çevreyi iyi bilen adam seçmişti. Geride doğup büyüdüğü kenti, biriktirdiği maddi manevi unvanları bırakıp her şeye yeniden başladığı o günlerde, adam, cıvıl cıvıl bir neşeyle doluydu, kadını dersinin olduğu her sabah arabasıyla bahçe kapısından girip okul binasının önüne kadar bırakıyor, inmeden önce mutlaka yanaklarından öpüyor, “İyi dersler” diliyordu. Kadın tazecik bir telaşla, görünmez kanatları var gibi, iki binadan oluşan okulun hangi bölümünde dersi varsa oraya uçarcasına yürüyordu.
Karşıdaki iki katlı ek binanın “Öğretmen WC”sinde aynada kendini süzüp, “Artık evli bir kadınım ben.” diye düşündüğü, yüzüne yeni ve yabancı gözlerle baktığı zamanları hatırladı kadın. Taze ve mutlu hissediyordu her şeyi, kendini, hayatı, dünyayı, gökyüzünü ve adamı. Sonra oğluna hamile kaldığını öğrendiğinde burada, bir 24 Kasım günüydü, Öğretmenler Günü’nde “annelik” müjdesi almıştı. Aynı aynada gittikçe tombullaşan bedenini, sivrilmeye başlayan karnını gülümseyerek süzdüğü zamanlar yaşadı. Hamileliğinin son ayları yaklaşmışken o çok istediği okula geçti. Buradaki ilk sayfa böylece kapanmıştı.
Yeni okulundayken oğlu doğdu ve yeni okulun koridorlarında büyüdü. Kadın orayı sevdi fakat bir zaman sonra adamla bildiği bilmediği bir sürü sebeplerden dolayı arası yavaş yavaş bozulmaya, gittikçe artan şiddetle etrafında “boşanma” rüzgârları esmeye başladı. Rüzgârın donduruculuğunu, oğlandan üç yıl sonra dünyaya gelen kızının sıcaklığı da gideremedi. Oğlan sekiz, kız beş yaşındaydı, okulun yeni müdürü “Burası özellikli bir okul, çalışacağım kişileri ben seçeceğim, bu yüzden burada sekiz yılı dolduran öğretmenler, kendilerine yeni okul bulsun.”dediğinde.
Kadının evinde işler karışıktı, emin olmasa da biliyordu ki adam şimdi başka kadınları arabasıyla başka yerlere götürüyor, muhtemelen onları da ayrılırken öpüyordu. Adamın sıklıkla çıkardığı tartışmalardan, kadına soğuk ve düşmanca tavırlarından belliydi bu. Bütün bunları az buçuk sezmesine, bazen inkâr edilemez delillere rastlamasına rağmen, kadın yuvasını bozmamak için direndi. Boşanma lafları yağmur gibi üzerinden yağarken evlerine yakın diye gene işte buraya geldi o zaman da. Bu ikinci karşılaşma olmuştu mekânla. Bu gelişinde aynı aynalara bakacak ne hâli ne zamanı vardı kadının. Sırtında ağır yükler, yüreğinde tonlarca endişe vardı. Adam, o ikinci gelişte kadını ne arabasıyla bıraktı ne “iyi dersler” dedi ne de yanağından öptü. Üstelik kadın yalnız da değildi artık, okulun bünyesindeki anaokuluna kayıt olan kızı da vardı yanında. Akşam geç saatlerde biten ders vakitlerinde kaç kez otobüs durağına yürürken sağanak yağmur altında ıslandı kızıyla beraber. Adam istese bazı akşamlar eve geçerken, onları arabayla alabilirdi ama “vakitsizlikten” dem vuruyordu devamlı.
İkinci başlangıcın üzerinden çok kısacık bir süre geçmişti ki kadının iş hayatının üstünden acı bir zemheri yeli esti ve kadına “Artık işsizsin, okulun yok.” dediler. Bu haberi aldığı günün akşamı adam da evde “Seni buraya bağlayan hiçbir sebep yok artık, al çocukları ve git.” dedi kadına. Kadın için tutunacak bir dal, direnmek için bir neden kalmamıştı. Aldı kendinden kalan enkazı ve iki çocuğunu gitti bildiği, bilindiği yere; kendi memleketine.
Tam yedi yıl geçti, kadının kanayan yaraları kabuk tuttu, geride bıraktığı kenti de, okulu da gömdü içinde bilmediği bir yerlere. Adama mezar bile açmadı kalbinde, çünkü öyle çirkin yüzlerini göstermişti ki adam boşanırken, kadın çirkinlikten korkmuş, sinsilikten ürkmüş, hesaplılıktan utanmıştı, hiç tanımamış, tanışmamış olduğuna inandırdı kendini. Adamın bir zamanlar var olduğuna tek delil, iki güzel çocuktu.
Bir gün bir haber aldı kadın, “Seninle ilgili bir hata yaptık, gel yeniden işinin başına.” diyorlardı. Sevinse mi üzülse mi bilemedi, yedi yılda yedi dağın yedi türlü yılanıyla yüz yüze gelmiş, yetmiş yedi yerinden yaralanmıştı, eski genç, dinç ve güzel halinden eser yoktu. Bedeni de gönlü kadar yorgundu, kanatları ufalmış, ayakları ağırlaşmıştı. İşin tuhaf tarafı başlayacağı nokta, yedi yıl önceki bittiği, bitirdiği, bitirildiği noktaydı, yani bu kentte, bu okuldu.
İşte şimdi burada bu pencereden dışarı bakarken bu üçüncü yol kesişmesinin ilk günlerinde, öğretim döneminin bitmesine üç hafta kala… Aklı konu komşuya emanet ederek bırakıp geldiği oğlu ve kızıyla ilgili endişelerin, gönlü belirsizliğin sıkıntılarının işgali altında. Karşı binanın tuvaletindeki aynaya baktığında gördüğü kırışıklık dolu yüzü, bezgin gözleri sevmiyor, bu yüzden aynalara görünmeden lavaboyu kullanıyor ihtiyacı oldukça. Bu kentte bir evi yok, dönem bitesiye bir akrabasının buraya oldukça uzak bir semtteki evinde kalıyor şimdilik. İkinci dönem başlayınca ne yapacağını bilmiyor, yeniden buraya dönmeyi ne kendisi ne çocuklar istiyor.
Elindeki telefondan, çocukları için bir yer bulma, hayatlarını kolaylaştırma konusunda adamdan -yıllar sonra ilk kez- yardım istediği mesaja tekrar baktı kadın. Hiç değilse ikinci dönem için çocukları yanına almasını, yaz tatilinde memleketine tayin isteyeceğini yazmıştı. Adamın cevabı ondan beklenecek tarzdaydı, “Çocukları yanıma almam gibi bir durum söz konusu bile olamaz, kendi başınızın çaresine bakın. Beni hiçbir planınıza dâhil etmeyin, ben evlilik hazırlığı içindeyim.” yazıyordu mesajda.