Barbarın Kahkahası Roman İncelemesi
Aykar SÖNMEZ
“Hiç Olmazsa Tüylerimin Yönünden Okşayın Beni”
Sema Kaygusuz’un 2016 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alan Barbarın Kahkahası 2019 yılında dördüncü baskısını da Metis Yayınlarından yaptı. Kısa kısa bölümlerden oluşan -sıradan bir okur için öyle görünmese de- tabiri caizse jilet gibi keskin bir roman. Tıpkı kapağına taşıdığı görselde yer alan Mario Dilitz’in, saflığın ve sıradanlığın içindeki karmaşıklığı ve hoyratlığı betimleyen heykeli kadar.
Roman, evrenini bir sahil kenarındaki Mavi Kumru Moteli’nde kurar. Otel sakinleri her otelde görebileceğimiz kişiler olmaları ile sıradandır fakat aynı zamanda dikkat edildiğinde görülür ki bu sakinler toplumun farklı kesitlerinden insanlar olarak sanki konsantre bir örnek toplum modelidir. Kalabalık ve gürültülü ataerkil aile, birkaç çekirdek aile, bir kadın ve bir erkek sevgili, sevgili olmanın tüm şartlarını henüz yaşamadıkları ima edilen ve sanki toplumda yer bulamamışçasına vakitlerinin tamamını iskelede geçiren iki erkek, görmüş geçirmiş ve eğitimli bir yalnız kadın; otel yetkilisi ve çalışanları ile kendi sosyal evreninde tatilin sıradan gündemini yaşayan bir topluluktur bu. Çok sesli havası ile karnavalesk bir roman olduğunu düşünsek de bütün bu topluluğun belki de odak noktasında eril kimliğinin ispatının derdinde olan ve haylaz diye nitelendirmenin yetersiz kalacağı 12 yaşındaki Ozan yer alır.
Yazarın, sosyal mesaj verebilmek amacıyla ve aslında biraz da hayatı eleştirisini anlayabilmemiz için kullandığını düşündüğüm karakteri Eda (genç sevgililerden) kadının toplumdaki yeri üzerine o cesur konuşmasında Freud’u, eleştirse de roman Freudyen bir altyapıya rahatça oturmaktadır. Aynı noktadan bakarak şüphesiz ki feminist eleştiriye de uygundur. Bunu söylerken sadece Eda’nın fikirleri değildir bize dayanak olan. Aynı zamanda romanda sadece birkaç cümleyle sesini duyduğumuz ancak varlığını hep hissettiğimiz, zaman zaman onun için endişelendiğimiz Ozan ve onun sessizce ve acımasızca gerçekleştirdiği eylemleridir okura bunu düşündüren. Ayrıca yazarın gerçek hayatta yaşadığımız bazı tecavüz olaylarına yaptığı göndermeler de bunu destekler. Tüm bunların yanında bir deontolog olan Simin’in kaleminden “büyümüş de küçülmüş yanlarımız” ile “küçülmüş de büyümüş yanlarımız”ın aynı pınardan beslendiğini okuruz. Çocuksuluğumuzun içimizde kalmasına sebep olan ve farklı farklı olan kişiliklerimizi aynılaştıran düzenin aynı barbarlık olduğunu öğreniriz. O barbarlık, yaygın bir metaforla, tıpkı sol omuzda olduğu var sayılan şeytan gibi cisimleşmiştir ve insanın doğal halinde büyümesine ve kendisini bulmasına/tamamlamasına izin vermeyerek yeni barbarlar yetiştirir.
Roman bir çiş yapma meselesi ile başlar ve çiş içme meselesi ile sona erer. İlkinde başlangıçta kaba saba bir adam olarak karşımıza çıkan Turgay’ın denize işemesidir söz konusu olan. Ardından roman boyunca otel sakinlerinin eşyalarına ve çeşitli yerlere birilerinin aynı şeyi yaptığı fark edilir ve bu rahatsızlıkla sürer çatışma. Latent dönemden çıkma savaşındaki Ozan, kimi zaman denizde açılıp uzun süre gelmeyerek annesini ve onun sayesinde diğer müşterileri merakta bırakan bir “çocuk” kimi zaman da avladığı hayvanları zafer kazanan bir komutan hatta daha iyisi avlanmaktan dönen bir ilkel zaman erkeği gibi çıkar karşımıza. Son bölümde ise herkes oteldeki çiş kokusundan kurtulduğunu sanmışken o çoktan çişinden onları nasiplendirmiş ve son getirdiği avıyla da eril kimliğini ispatlamıştır. Yazarın roman boyunca baskın olan duru anlatımı Ozan’la ilgili bölümlerde ifade edilenin şiddetiyle müthiş bir tezat oluşturuyor ki bu da durumu daha etkileyici kılıyor. Otelde herkes kendi hayatını sürdürürken alttan alta herkesin hayatına müdahil olan kişidir Ozan. Kendisini ispat etmeye çalışırken bu küçük “toplum”u erginleşme, var olma sıkıntısıyla huzursuz eder. Güzel bir tatil için otele gelmiş insanları rahatsız eden bu çiş meselesi, tıpkı güzel bir sahneyi sonlandırıveren “anne kakam geldi” diyen çocuk sesinde olduğu gibi grotesk bir hava yaratır. Gerek Simin’in gerekse Eda’nın fikirleriyle Ozan’ın bu durumu bir araya gelince okur ister istemez toplumda kişiliğini oluşturmaya çalışan, bunu yaparken de hoyratlığıyla zarar veren erkek modelini düşünür. Bu erkek en sonunda avladığı “keçi”yi tüm “günah”larının kurbanı gibi getirip ortaya attığında da sanki tüm suçlarından sıyrılmış ve başarıyı hak etmiş bir hal içindedir.
Bu kadar farklı kişiyi birleştiren ortak nokta olarak Mavi Kumru Motel’inin iki misafiri sürekli iskelede bulunmaları, geceleri bile orada uyumaları sebebiyle otelin dünyasından ayrı bir dünyadadırlar. Herkesin yan gözle takibe aldığı bu iki erkek sevgili ilişkilerini tam olarak oturtamamıştır. Toplumun farklı sosyal statülerinden gelmiş olmanın dezavantajını yaşamakta, otel sakinlerinden ve gündeminden uzaktadırlar. Toplumdaki ötekileştirmeye bir gönderme gibi düşünülebilir bu durum. Öte yandan başlangıçta bizi çişiyle karşılayan Turgay bu iki sevgiliye en yakın davranan kişi olmasıyla dikkat çeker. Turgay başta kavgacı kaba saba gibi gösterilen yanının dışında hem İsmail ve Melih’e yaklaşımı hem de karısını uzaktan seyrettiği andaki ve Melih’e karısını anlatırkenki düşünceleriyle bambaşka bir profil çizer. Barbarın da kahkahasının da farkında, aklıselim ve duyarlı bir insan izlenimi verir. Dahası okur, Turgay’ı anladıkça başlangıçtaki çiş hadisesi de yeni anlamlar kazanır. (Turgay, denize çişini yapmamıştır da “içini dökmüştür” belki de. “Elini nereye atsan sidik kokuyor.” Derken sadece oteli mi kast etmiştir Turgay? Ve ğer Ozan’ların anneleri Serpil gibi olmazsa büyüdüklerinde Turgay mı olur Ozan’lar?) Turgay, yere düşen çürük elmalardan yapılan Kalvados’tan Melih’e ikram eder. Kalvados Turgay ve Melih gibileri temsil eden bir metafordur. Onlar toplumun çürük elmalarıdır fakat iyi brendi olurlar.
Romanda kendisine ayrılmış üç bölümle Simin önemli bir diğer kişiliktir. Başlangıçta italik harflerle yazılı bu bölümün anlatıcısını çözemesek de daha sonra bu bölümlerdeki anlatıcının eski bir deontolog olan Simin olduğunu anlarız. Simin mesleğinin getirdiği bilgiyle bir otacı gibi reçeteler sunar bize. İlk bölümde biraz sıradan ve boş bir “tip” olduğunu düşündüğümüz Ozan’ın annesi Serpil hakkında konuşur. İkinci bölümde asi bir kadın olan Eda hakkında fikirlerini belirtir. Bu iki kadını kendi bilgisi dâhilinde eleştirir, onların eksiklerini tamamlar. Sufî ya da mistik bir yönünün de olabileceğini düşündüren“Tenezzül Makamı” adındaki son bölümde ise bizi barbarla tanıştırır. Tarih boyunca çocuğa verilen/verilmeyen değerden başlayarak çocukluktan insan olmaya fakat “herkes gibi bir insan olmaya” nasıl varılır ve arada sıkışan ruhumuz ne haller alır, bundan bahseder. Bu bölümler otacı bir bilgenin, bir eski zaman şifacısının sözleri gibidir ve romanın başta bahsettiğimiz bütün o farklı okumalarına hizmet eder. Bu otacı bilge sanki tarihi, mitolojik bir karakter gibi zamansızdır. Yaşına göre oldukça sağlıklıdır, zindedir ve öncesizdir. Son bölümde hayat hikâyesinden bahsederken tıpkı bir efsanenin; ağaç kovuğundan, suyun pınarından doğan kahramanı gibi bir valizden çıktığını, evlatlık olduğunu ve öncesini bilmediğini öğreniriz. Romanın, insanları dengeye ve ılımlı olmaya davet eden şifacısıdır.
Bir diğer farklı anlatım ve kişilikle karşılaştığımız bölüm motelin çalışanlarından Selçuk ve Alikâr’ın esrar içerek konuştukları bölümdür. Söylenen sözler hakikaten, esrarlıyken söylenebilecek denli keskindir. Esrarın etkisiyle kendi dünyalarını ortaya döken bu iki gencin konuşması diyalogdan çok yan yana yapılan monolog gibidir bazen. Bu konuşmalarda kadın, cinsellik, din konuları başı çekerken hem Eda’nın cesur konuşmalarının sıradan bir erkek üzerine etkisini görürüz hem de Alikâr’ın babasının vurduğu dişi ayı hikâyesini dinleriz. Ozan’ın hikâyesinde Ozan erkek kimliğini avladığı hayvanlarla ispata çalışırken Alikâr’ın babası vurduğu ayıdan sonra bambaşka bir dönüşüm yaşar. Alikâr’ın sözleri hayata, dine Allah’a bakışı şiirsel bir ifadeyle çok güzel anlatır. Bu rahatça söylenen sözler büyülüdür ve dini eğitimden geçmiş biri için ancak esrarın buğusunda dile getirilir.
Bir diğer av hikâyesi ise İsmail’in dayısının avladığı ve bir türlü kurtulamadığı domuz hikâyesidir. Bu hikâye Müslüman memlekette domuz eti pazarlamak üzerinedir ve iki sevgilinin arasındaki soğukluğu artırmaktan öteye geçememiştir. Fakat neticede bütün bu av hikâyeleri eril kimliğin var olması, doğrulanması ile ilgilidir.
Hikâye anlatmak da dokunduğu bir diğer noktadır yazarın. Melih ve İsmail’den farklı zamanlarda hikâyeler dinleriz. Yazarlık dersi vermekten çok doğalı yaşamaktan, zamana zemine uygun yaşamaktan bahsetmek içindir bu hikâyeler.
Kişilere dönersek Eda ve Alikâr bir başka açıdan da önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bir röportajında* Divan şairlerinden Mihri Hatun ve Şeyhülislam Yahya’nın soluklarını daima yüzünde hissettiğini söyleyen yazarın bu şairlere yaptığı iki ilginç göndermedir. Mihri Hatun’u devrinin kadınca söyleyişleriyle cesur, yumuşak ve ateşli bulan, Yahya’yı ise “bir din adamından beklenmeyecek şehevi bir iştahla inanan kişinin dibinde mayalanan arzuları muzip bir dille ışığa çıkaran” kişi olarak tanımlayan Kaygusuz, sanki Eda ve Alikâr’da onları yaşatmıştır. Eda sevgilisini ama daha çok garsonu allak bullak eden adeta “ erkek olarak boşa düşüren” cesur konuşmasıyla Alikâr ise din, Allah, Hz. Muhammed ve Kur’an hakkındaki şüpheci konuşmalarıyla çabuk okunan ama çok düşündüren bir okuma zevki verir okura.
İçindeki canlıları ve kendi doğası ile tasvir edilen deniz, bir başka güzel yanıdır romanın. Şüphesiz sadece dekoratif bir unsur olarak değil, anne rahmine yaptığı göndermelerle düşündürücü ve işlevseldir denizin anlatıldığı bölümler. Özellikle Ozan’ın macerasının anlatıldığı Uçurumdan Bakan Oğlan bölümünde anne karnı ve deniz özdeşleştirilir. Denizin ve doğanın kendiliğindenliği, doğallığı ile insanın toplumda yer bulurken geçirdiği –belki de tersine- evrimin arasındaki çatışmayı güçlendirir niteliktedir. Fakat tüm yabanıllığı ile Ozan ve sakin ve bilge tavrı ile Simin en iyi dostudur denizin.
Romanın dili akıcı, yazarın argoya da yer verdiği söz varlığı geniş; günlük konuşma dilinin yanı sıra Simin’in ağzından dinlediğimiz bölümlerdeki eski şifa kitaplarında rastlayacağımız dil ve üslup bu günlük dilin arasında bir farklılık yaratıyor ve okuru bir sihre davet ediyor gibi. Üstelik tüm okumalara ve alt yapıya rağmen hiçbir kültürel, mitik ögeyi didaktik bir şekilde okurun gözüne sokmadan usul usul tam da kitabın ruhuna uygun biçimde doğallıkla sunuyor.
Eda, daha başlarda, İnger Chiristen’in şiirini okur sahilde yüksek sesle: “Bu buydu. Böyle başladı. Varoldu.” Kaygusuz bize Christen’le seslenir Barbarın Kahkası’nda. Doğanın, denizin ritmine uygun fakat barbarlaşmadan yaşamanın, olur olmaz hikâyelerin peşinden gitmemenin, uyumun, “mana yüklemeden dünyayı oldurma” nın davetidir daveti. Eril kimliğin hoyratlığının yanı sıra varoluş şeklimize, düzenimize atılan bir kahkaha da diyebiliriz. Bu roman özellikle, aynaya bakmak isteyenlere…
*Sema Kaygusuz: Edebi Bellek, Parşömenenfanzin.com
Sema Kaygusuz, Barbarın Kahkahası, Metis Yay.4.bs., 2019, İstanbul