Bütün Çağlara Seslenen Bir İsyanın Epik Öyküsü: Peçeli ve Köle Türkler
Hatice Eğilmez Kaya
Peçeli ve Köle Türkler, İlknur Altıntaş’ın bütün kitapları gibi tarihsel gerçeklere sadık kalınarak kurgulanmış bir eser. Ağustos 869 Abbasi Sarayı, Samarra, bugünkü Irak… Son derece debdebeli fakat karmakarışık ve kan kokan bir saraydı burası. Güç hırsı bütün gözleri kör etmiş durumdaydı. Zenginlik, altın ve para… Halk ise son derece dindar, aynı zamanda da bir o kadar yoksuldu. Abbasi iktidarı kölelerin omuzları üstünden yönetiyordu İslâm Devleti’ni… Oysa son peygamberin en güzel hedeflerinden biriydi köleliği ortadan kaldırmak.
Peçeli, Ali Bin Muhammed genç ve cesur bir adamdı. Arkadaşları ve sevdiği kadın da onun gibiydi. Onlar Ortaçağ karanlığında, adaletsiz bir coğrafyada özgürlük ve eşitlik düşü kuruyorlardı. Ali Bin Muhammed’in kölelerden oluşan bir ordusu vardı. Hakça olmayan paylaşıma karşı duran Ali Bin Muhammed ve liderliğini yaptığı köleler Abbasilerin korkulu rüyalarıydılar, bu yüzden onları yok etmeye uğraşıyorlardı. İslâm’ın kutsal kitabında da en çok “infak ediniz / paylaşınız” öğüdü geçmez mi?
Eserin ana çatısı bir destan kahramanı duruşundaki Ali Bin Muhammed’in öyküsüne dayanmakta. Ali Bn Muhammed Ehli Beyt soyundan geliyordu ve bir köle değildi, aksine asil bir ailesi vardı. Eski dünya bütün umudunu kahramanlara ve olağan üstü güçler yükledikleri adamlara bağlıyordu. Birileri gelecek, halkları kötülerden kurtaracaktı, çoğunlukla böyle oldu gerçekten. Günümüzde de bu alışkanlık terk edilmedi. Özellikle Doğu halkları çoğu hiç doğmamış kahramanlara güveniyor hala.
Ali’nin kafasındaki planları duyanlar ve tanık olanlar onun bir aptal ya da hayalperest olduğunu düşünüyorlardı; çünkü köle değildi, zengindi, mutlu bir hayatı varken adaletten, özgürlükten bahsediyordu. Şüphesiz o aptal fakat çok iyi bir adamdı, bütün destan kahramanlarına telmihle… Herkes gücün ve zenginliğin peşindeyken Ali Bin Muhammed başkalarını düşünüyordu.
Ali Bin Muhammed’e Shahla yaraşıyordu. O bir Karmati’ydi. Korkusuz, bir o kadar da akıllı ve güzeldi. Bir de kıskanç… Çöllerin, vahaların ve gizemlerle dolu şehirlerin ortak gücü yansımıştı iki âşığın kalplerine. Hiç durmadan saldıran, asla vazgeçmeyen sömürgen ruhlu Abbasi ordusuna karşı onlarca zafer elde etmişlerdi. Ta ki son saldırıya kadar. Omuz omuza savaşan, kendilerine ve köle arkadaşlarına özgür bir şehir kuran, daha sonraki kuşaklara umut aşılayan iki âşık için kötülerle savaşırken ölmek mutlu son olsa gerek. Kaldı ki aşk kavuşamamaktır çoğu kez. İlknur Altıntaş onu şöyle konuşturuyor:
“Ben Shahla! Bir Karmati’yim! Yüce halkımın önünde yemin ederim ki akıl süzgecinden geçmeyen her türlü bilginin düşmanı olacağım! Yüce halkımın önünde yemin ederim ki gereksiz yere kan dökmeyecek ve gerektiğinde can almaktan ve can vermekten kaçınmayacağım! Yüce halkımın önünde yemin ederim ki bana öğretilen hiçbir sırrı hiç kimseye anlatmayacağım! Yüce halkımın önünde yemin ederim ki bana öğretilen her bilgiyi çıraklara, kalfalara öğretmekten kaçınmayacağım. Yüce halkımın önünde yemin ederim ki sahip olduğum her şeyi kardeşlerimle paylaşacağım. Yüce halkımın önünde yemin ederim ki hangi halktan olursa olsun zalimlerin karşısında ve mazlumların yanında olacağım.”
Uçsuz bucaksız evren denge üzerine kuruludur ve denge adalet demektir. Bugün dahi binlerce yıldır ulaşılamamış bir ütopya olan El Muhtare’deki devlet, Abbasilerin yönetimi altındaki kölelerin umuduydu, yaşama sevinciydi. Fakat Ali Bin Muhammed endişeliydi hep. Etrafları bir ateş çemberi ile çevriliydi. Eşitlik, adalet, paylaşım kavramlarının düşmanları dostlarından çoktu. Ve bu düşmanlar hem acımasız hem de saldırgandılar. Hissediyordu bu savaş asla bitmeyecekti. Sevdikleri, değer verdikleri her şeyi kaybedene kadar bitmeyecekti. Sonsuza dek mutlu yaşayamayacaklardı. Ulaştığı her mutlulukta ve başarıda derin bir acı da vardı. Özgür yaşamalarına asla izin vermeyecekler, asla durmayacaklardı. Asla pes etmeyeceklerdi. Köleler, Abbasi ordularını yendikçe onlar yenilerini göndereceklerdi. Her seferinde daha güçlü ve daha kalabalık… Eserin bütününde işte bu hüzün duygusu hâkim.
Ve yine köle bilinen fakat cesaretleri sayesinde Abbasi ordusunda önemli yerlere gelen Türkler. Boğa’nın oğlu Musa, Aybars, Vasıf’ın oğlu Salih, Baysal ve niceleri… Onların da gözlerinde mutsuzluk vardı, öfke vardı ve umut! İçlerindeki hırsın kölesi olan, sahip oldukları hırs uğruna her türlü kötülüğü yapabilen karşıtları vardı umudun. Vahşice saldırıyorlardı hep acımasızca ve her zaman kalleşçe! Çocuklara, kadınlara, yaşlılara acımıyorlardı. Toprağı ve suyu kana buluyorlardı. Oysa hakikatten ve eşitlikten yana olanlar olanca zorluklara rağmen direniyorlardı. Öylesine acımasız bir düzende köleler sadece kullanılıyor, aşağılanıyorlardı. Yöneticiler ise üzerlerinde başkalarının hakları olanlarla saraylarında zevk ve eğlenceyle yaşıyorlardı. Çünkü onlar asillerdi, diğerleri ise köle… Baskı, şiddet ve sömürü en güçlü silahlarıydı. İlknur Altıntaş’ın kaleminden hem Muhammed Bir Ali’nin önderliğini yaptığı bir isyanın epik öyküsü anlatılıyor. Hem de Türk askerlerin Uzak Asya bozkırlarından itibaren taşıdıkları asil ruhun kahramanlıkları ete kemiğe bürünüyor. Kalplerimize bazen neşe, bazen hüzün ekerek.
Enel Hak nidasının sahibi Hallacı Mansur eserin başlarında henüz bir çocuktu. Bağdat’ın kenar mahallerinden birinde, pazar yerinde Ali Bin Muhammed’i ve Shahla’yı gördü. Herkes Ali Bin Muhammed’in öldüğünü sanıyordu, o zaten hiç inanmamıştı hayranı olduğu bu iyi ve cesur savaşçının öldüğüne… Ali ondan kavun aldı, çokça para verdi tek bir kavun için. Hallacı Mansur kabul etmedi. Çocuk kalbinde dürüstlük vardı. En büyük zenginliği olan dürüstlük daha sonraki yıllarında hakikatin peşine düşmesine neden olacaktı. Ali Bin Muhammed’in kurduğu şehrin Abbasi ordusu tarafından taş taş üstünde kalmamacasına yıkıldığında da yazar tarafından bir kez daha konuşturuldu. Bu kez yetişkin bir adamdı. Hamdan Karmati’yle konuştu. Daha yaşanası bir dünya ve Tanrının ışığı üstüne, hakikat üstüne… “Bir gün başaracağım! İnsanları birleştireceğim,” dedi ona. Bu sözler kitabın sonuydu aynı zamanda. Bazı bitişler hep mi hep umut üzeredir:
“Şu nehri görüyor musun? Çok uzun bir yoldan geldi, amacı denize kavuşmak! Bu yolculuk çok riskliydi! Ama o vazgeçmedi, çok yakında denizle buluşacak! Yok olacak! Var olmasının, bu yolculuğunun tek amacı buydu. Damla denize karışacak! Yok olacak! Damla deniz, deniz damla olacak!”