DAĞDERE II
Ülkü Kaynak Kahraman
Çocuklar okulu çok sevmeye başladılar. Kendi aralarında yaptıkları oylama ile Mustafa’yı ( Pala) sınıf başkanı seçtiler.
Mustafa on beş yaşında, siyah kıvırcık saçlı, iri yapılı ve isyankâr bir gençti. Evde ailesi tarafından itilmiş, aptal muamelesi görmüştü. Okula gelince kişiliğini buldu, okumayı bir sene içinde sökmüştü. Şimdiye kadar hiç okula gelmemiş olmasına karşılık, pratik zekâya sahip bir çocuktu. Artık arkadaşlarını seviyor, aptal muamelesi görmüyor ve onlarla çok iyi anlaşıyordu. Okuldaki çocukların belki de hayatlarındaki ilk demokratik seçimleri Mustafa’yı sınıf başkanı seçmekti.
Mustafa herkesten önce okula gelir, sobayı yakar ve sınıfı temizlemeye yardım ederdi.
Dağdere köyünde benim boyumda çoban köpekleri vardı. “Koyunları güden, koyun köpekleri” derlerdi köylüler. Akşamları onlara yemek verdiğim için bana çok alışmışlardı ve evimin önünde toplanırlardı. Beni arkadaş olarak kabullenmişlerdi ve hiç saldırmazlar, zarar vermezlerdi.
Onlarla en uzak yerlerdeki öğrencilerin evine gider, ailelerini ziyaret ederdim, yolda bana eşlik eder beni korurlardı. Köy halkı hayret ederdi, köpeklerle arkadaş olan ilk kadın öğretmendim.
Oturduğum evde fareler cirit atarlardı, neyse ki sonradan beslemeye başladığım kediler sayesinde farelerden kurtuldum. İki yıl sonra da yeni yapılan lojmana geçtik.
Dağdere köyü Akhisar’a uzak, Gördes’e daha yakındı, o yüzden ihtiyaçlarımızı Gördes”ten temin ederdik.
Cumartesi günü beraber çalıştığımız öğretmen arkadaşın aracı ile Gördes’e gittik, fakat dönüşte araç bozulunca geç vakit köye döndük. Lojmanın kapıları açıktı. Ahmet Öğretmen’in eşi ( yan lojmanda oturan) öyle bağırıyordu ki kulaklarımızın zarı patlayacaktı. Bizim ve onların evlerden yiyecekler çalınmış, başka hiçbir şeye dokunulmamıştı, hırsız sadece buzdolabındaki yiyecekleri çalmış, hatta Ahmet Öğretmen’in eşinin altın küpesi ve kolyesi masanın üzerinde olduğu gibi duruyordu. “Sus bağırma” dememe rağmen dinlemiyor, “polis çağıralım” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Köydeki tek telefon köy bakkalında bulunuyordu, kadının ellerini tutup zorla içeri sokup, “Bağırma, ortalığı velveleye verme, bunu yapan çocuktur, sadece yiyecek çalınmış” diyerek zorla ikna ettim.
Sabahleyin okula geldiğimde, başını önüne eğmiş, mahçup halde bir veli beni bekliyordu. “Kusura bakma Hoca Hanım, benim oğlan sizin eve girmiş, karnını doyurmuş, meyveleri de yemiş, boynumuz kıldan ince cezası neyse verin” dedi.
Ben zaten anlamıştım, yaz günüydü, tüm kadınlar tarlada tütün kırmaya gidiyor ve evlerde yemek yapacak kimse olmayınca çocuklar aç kalıyordu. Zaten tek yaptıkları yemek de bulgur pilavı ve ayran çorbasıydı. Ramazan ayı olduğu için hepsi oruç tutuyor ve çocuklara da tutturuyorlardı. İftar saati gelmiş olmasına rağmen evde yemek bulamayan çocuk bizim eve girmişti. Tek seçenek olarak bunu görmüştü. Nazım Usta’nın şiiri aklıma gelmişti o an
“Ölüm Allah’ın emri açlık olmasa fakat.
Aç insan kurt olup saldırmazsa;
Açlık itten beter eder insanı elbet”
Velime “tamam ben çocuğun ile konuşurum ” dedim. Adam mahcup bir şekilde elimi öpmeye çalışarak “Allah razı olsun şikâyetçi olmayacağınız için” diyerek buruk bir sevinçle oradan uzaklaştı.
( O gün hırsızlık yapan öğrencim daha sonra üniversite okudu ve kariyerli bir iş sahibi oldu. Hala görüşüyoruz. Mustafa öğrencimle de diyaloğumuz devam ediyor.)
Bir süre geçtikten sonra köy halkının kadınları okulu çok benimsemişlerdi. Köyde televizyon sadece muhtarın evinde ve bizim evimizde vardı. Salı günleri Türk filmi olurdu,20-30 kişi her salı bize gelir, film izlemek için yer bulmaya çalışırdı. O kadar güzel dinlerlerdi ki hiç çıt çıkmazdı.
Yine bir gün film izlerken filmin tam ortasında elektrikler kesildi.Evin sigortası atmıştı. Ağlayacaklardı neredeyse. O zamanlar sigortalar bugünkü gibi otomatik değildi, dışarıda bulunan sigorta kutusunu, fincanı çıkartıp sigortaya yeni tel sararak onardım,elektrikler geldi . Öyle bir sevinç çığlığı attılar ki o anı unutamam.
Televizyon onlar için hiç bilmedikleri bir dünyaya atılan bir adımdı. Bir çoğu köylerinden hiç çıkmamış,tüm hayatları tarlada ve evlerinde geçmişti. Özellikle köyün kadınları daha da mahrum bir hayat yaşamaktaydı. Televizyonda izledikleri filmler, gördükleri şehirler,dinledikleri şarkılar onlar için yeni keşiflerdi. Neredeyse tüm hafta salı gününün gelmesini beklerlerdi. Eviminiz önünde kalabalık oluşurdu. Çocuklar kadınlar heyecan ile film saatini bekler,ön tarafda izlemek için yarışırlardı. Küçük çaplı bir sinema ortamı oluşurdu,nasırlı ellerinde mısır patlaması olmasa da,kendi ayıkladıkları kavun çekirdekleri ile gelirlerdi..
Köy halkının çoğu okuma yazma bilmiyordu onlara okuma yazma öğretmek için geceleri saat sekiz ile dokuz arasında düzenli kurslar vermeye başladım. Kalem tutmakta bile çok zorlanıyorlardı. İstek ve sabır ile gayret ederek öğrendiler. Bu kursları resmiyete dökmek için halk eğitime başvurdum . Zamanla hepsine okur yazarlık belgesi verdik. Belgelerin verildiği gün eğlence düzenledik, hepsi büyük bir sevinç ve gurur ile belgelerini almıştı. Adlarını yazabilip,köye gelen gazeteleri okurken mutluluktan uçuyorlardı.