Edebiyat da Bir Irmak
Hatice Eğilmez Kaya
Denize kavuşmayı arzu eden birer ırmaktır her ömür. Kimi zaman yan yana, kimi zaman uzaktan uzağa, kimi zaman birlikte yol alırız.
Edebiyat da bir ırmak coşan, dalgalanan; bazen de sakin…
Henüz anlamlandıramadığım, ne olduğunu dahi bilmediğim zamanlardan, ilk çocukluk yıllarımdan itibaren edebiyat adlı bu özge sanata hayranım.
Babaannem işitme engelli ve ümmi bir kadındı. Anne babam işe gittiklerinde bana ve ağabeyime o bakardı. Ondan dinlediğim Yunus Emre ilahileri hâlâ kulaklarımda çınlamakta. Sonra ilkokulda öğretmenime kurduğum cümleler, aile meclislerindeki söze olan yatkınlığımın ilk habercisi konuşmalar…
Yıllar yılları kovaladı; ortaokulda, lisede hep şair kız havasındaydım. En çalışkan öğrenciler bile halim selim duruşumun altında bir ukalalık sezerlerdi oysa benim kıvrak dilimden ve edebiyat yeteneğimden başka bir sermayem yoktu. En karmaşık söz sanatlarını, edebi bilgileri derste öğretmenlerden çok, teneffüste ben öğretirdim arkadaşlarıma.
Sonrasında Dokuz Eylül’de edebiyat eğitimim. Fakülteye gittiğimde “kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz” dedikleri durumu yaşadım. Sağım solum, eskisi ile yenisi ile, doğusu ile batısı ile edebiyat. Derslerde “zaman bu anda dursa ben hep dinlesem,” derdim. Çalışmadan rahat rahat bitirdim okulu.
Kemeraltı çarşısında bir hanın altında satılan daktiloları seyirle, sahaflarda ikinci üçüncü el ucuz kitapların peşinde koşmakla mutlu olurdum. Bir kot pantolon; bir gömlek, kazak ya da tişört yeterdi giyinip kuşanmam için. Kara kuru, ayrıntısız bir kızdım. Fakat nedense en çok duygusal romanlara meylederdim politik gözüksem de… Ve şairlere ve şiire tutku…
Evliliğim, meslek hayatım, henüz çok genç sayılabilecek yaşta bir oğul annesi oluşum. Onu körebe oynayan çocukçasına acemi büyütme çabalarım. Edebiyatla eni konu ilgilenmemi erteledi hep. Sevdiğinden uzak kalmış, burnunda onunla yaşadığı eski günler tüten biri gibiydim. Ta ki otuzlu yaşlarımın başına dek. Bu yaşlarda dergilerle, kitaplarla, okuma yazma ile yeniden buluştum. Fakat aradan on yılı aşkın süre geçmişti, her şey evet her şey çok değişmişti. Herkes atlı ben yayaydım, veyahut derin bir kuyudan seslenir gibiydim sanki. Bundan da gocunmadım, yürüyüşün, haykırışın seyrine daldım.
Akdoğan Yayınevi ve önce Çayyolu, sonra Cüneyne… Doğumlarına tanıklık ettiğim üç bebek. Birini elimizden aldılar. Kamil Akdoğan’la artık ayaklarım sağlam biçimde yere bastığım yıllarda tanıştım. Ne yapmak istediğim kafamda üç aşağı beş yukarı oturmuştu. Elbette hâlâ yaya idim. Ve rahvan gitmeyi seviyordum. Başkaları beni çalışkan bulsalar da ben aheste yol almayı tercih ettim hep.
Henüz yayıncılığa ve dergiciliğe yeni başlamış gibi gözüksek de hem Kamil Bey hem de ben bu işte çoktan pişmeye başlamıştık. Kendi adıma söyleyeyim yüzlerce kitaba editörlük – redaktörlük yaptım. İki tane yayınevinin mutfağında, ocak başında terledim. Neredeyse hiç hırsı olmayan bir sanat emekçisi olmak benim için büyük mutluluk. Edebiyat adlı ırmak gözlerimin önünde aka durmadı. Kendimi onun içine atıverdim. Ne güzel insanlar tanıdım, ne iyi dostluklar edindim.
- Ankara Fuarı’na gidişim de doğaçlama gerçekleşti. Yayınevimize ve dergimize desteğini esirgemeyen Veysel Çolak hocamıza yola çıkarken “müjdemi isterim, Nurdan Aladağ’la Ankara’ya gidiyoruz” dediğimde. İzmir’den uzaklaşmamızdan memnun gibi geldi bana. O muhteşem yol arkadaşımla gidişimiz de dönüşümüz de ayrı birer yazı konusu macera!
26 Mart Cumartesi sabahı Ankara’ya vardık. Bizi karlı bir başkent, son derece konuksever bir aile karşıladı. Onlarla geçen her anımızda kendimizi özel hissettik. Evleri şen ve sevgi dolu olsun, bizim gördüğümüz gibi…
Akdoğan Yayınevi ilk defa bir fuara katılıyordu. İzmir’den kalkıp Ankara’ya gitmem yayın yönetmeni ve editörü olarak benim asli görevimdi. Bu görevi elimden geldiği kadar yerine getirebilmekten onur duyuyorum. Fuarda yayınevinin sevgili yazar ve şairleri ile unutulmaz saatler yaşadık. Her birine tek tek teşekkür ederim. İçten ve katışıksız bir yazın ailesi oluvermiştik. Fiziken görüşmek pekiştirdi aramızdaki manevi bağı.
Ankaralı dostlar Leyla Karataş ve Selami Karabulut hep mi hep bizimleydi. Vefa ve sevgi idi onların bizi yalnız bırakmayışlarındaki güç. Kalpten selamlar ediyorum her ikisine de.
Üç kitapla oradaydım. Dedim ya çalışkan biliniyorum, diye. Çalışkanlık üretmeyi gerektirir. Kendi inceleme kitabım Kâğıttan Gemilerde Yolculuk, Veysel Çolak Şiir Diye Bir Kelime, Yılmaz Gruda San’at Üzre Bir “Derûn” Söyleşi*… Veysel Çolak’a ilişkin olan kitabı birçok şair ve yazar arkadaşımızın desteği ile hazırlamıştım. Aylarca süren imece bir çalışma.
San’at Üzre Bir “Derûn” Söyleşi* ise bambaşka bir hikâye. Sevgili Yılmaz Gruda’ya sorduğum 17 söyleşi sorusu bu kitabın tetikçisi oldu. Sürekli “bizim kitabımız” dediği eseri aslında Yılmaz Gruda kendisi yazdı. Yaklaşık bir buçuk ayda, gecesini gündüzüne katarak… Bir film projesi vardı, o başlamadan bitsin diye müthiş bir çaba sarf etti.
“Şimdiye kadar tuttuğum en büyük balıksın” dedim. Ne de güzel bir kahkaha ile karşılık verdi bu sözüme… Fuara katılmayı gönülden istedi fakat sözünü ettiği film projesi başlayıverince gelemedi. Okurları ve sevenleri geldiler. İçlerinden bana kafa tutanlar oldu, Yılmaz Hoca’yla telefonda konuşturdum onları, kiminin de videosunu çekip gönderdim. Bu sevgi ve ilgi tanık olanlara “işte insan salt bu yüzden şair olmak ister” dedirtti. Usta sanat insanına binlerce sevgilerle…
Ankara… Ne zaman içinde olsam bütün bir ülkenin kalp atışlarını hissettiğim şanlı şehir. Yine beni çok duygulandırdı. Bir daha bir daha gidebilmeyi, başka fuarlarda güzel dostları görebilmeyi dilerim.
Ne demişler efendim; talep etmek kula, bağışlamak sultana yaraşır!