EDEBİYATIMIZ NEREYE GİDİYOR
Duyguların, düşüncelerin yazıya dökülmesi, bunların estetik boyutlarda kurgulanması, insanda haz ve imrenme duyguları uyan –
dırması, güzeli duyumsatması, yazı sanatını, edebiyatı ortaya çıkarmıştır. Yazının bulunmasına koşut olarak, her dilin kendine özgü bir edebiyat gelişimi olmuştur. Edebiyatın en görkemli dalının şiir olduğu, genel kabul görmüş bir düşüncedir. Çünkü durağan yapıdaki sözcüklere yeni anlamlar yükleme, devinimine hız kazandırma, en fazla şiirde görülmektedir. Ben buna “Sözün özgül ağırlığını arttırma” diyorum, Bu ciddi bir uğraş … Bilgi ister, emek ister, ustalık ister, yürek ister. Başta şairler olmak üzere, edebiyatçıların yaşadıkları çağa ayna olması, tanıklık etmesi ve de çağı ile yüzleşmesi, sorumluluklarının gereğidir. Bunlar olmazsa, edebiyatcılığın düz yazıcılıktan öte gitmesi beklenemez. Biliyoruz ki, İtalyancaya kişilik kazandıran Dante’dir. Modern Ruscanın yüz akı Gogol’dur. Alman dilinin üst düzeydeki eserlerini Goethe yazmıştır. Shakespeare’ in dili için İngilizce’nin üstünde “Shakespearece” denilmiştir.
Edebiyat sözcüklerle yapılanan bir sanat dalı olduğuna göre,
200 – 300 sözcük içinde dönen köy yaşamı, edebiyatın dinamiği olamaz. Bu nedenle her yerde olduğu gibi, bizde de edebiyat kent odaklıdır; kentsel dokuludur. Halk edebiyatı, köylü edebiyatı derseniz, bunların zirve yapmış adları, eğitilmiş, bilgisel donanımı olan kimselerdir. Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Şeyh Bedreddin, Hallacı Mansur, Nesimi ilk aklıma gelen adlar… Mevlana’nın yazacak kadar Türkçesi yoktur. Dışarıdan da bir örnek vermek isterim. Macaristanda köylü devrimcilerin önderi köylü şair Sandor Petofi bilinir. Budapeşte Teknik Üniversitesi’nde okurken, Macar arkadaşlar onun birçok şiirinin kentli şairler tarafından düzeltildiği, hatta, yazıldığını söylemişlerdi bana. Özetle diyebiliriz ki edebiyat olgusu kentseldir, kent kökenlidir.
Türk Edebiyatı nerden başlarsa başlasın, kim ne derse desin, ben
Cumhuriyet Dönemi edebiyatımızdan başlamak istiyorum. 1920 lerde Türkiye’nin nüfusu 20 milyon kadar; % 80 ‘ni köylü … Bu, 15 – 16 milyon köylü demektir. 1927 de bu rakam % 75.8 Kabaca 4 kişiden 3’ ü köylü, 1’ ri kentli. 2009 da 75 milyona yaklaşan nüfusun, her 4 kişiden 3’ ü kentlerde yaşamakta … 1980 – 2009 yılları arasında ( 30 yıla yakın ) 35.4 milyon köylü kentlere akmış. Açıkçası kırsal kesim insanları, kentlerimizin en kalabalık bölümünü oluşturmaya başlamışlar… Ancak bu akım içinde kent diyebileceğimiz 5 – 10 ilimizi de kasabaya dönüş-türmüşlerdir. Neden ? Çünkü hiçbir kent, bu hızdaki bir insan akımını, böylesine kısa bir sürede mas edemez. Hiçbir eğitim sistemi bu kadar insanı eğitemez, kent yaşamına ayak uydurur duruma getiremez. Ne yazık ki, buralarda yaşayan insanlar, ne köylü, ne de kentli durumdalar. Açıkçası büyük bir kaos içindeler. İnsanlarımızın çoğu nereye ait olduklarını şaşırmış durumdalar. Ne mutlu oldukları belli, ne de mutsuzlukları… Teknolojinin dayatması altında, korkunç rant yarışının getirdiği çarpık kentleşmeler, yerleşimler, düşünürlerimizi, sosyolog-larımızı, eğitimcilerimizi, yazarlarımızı, yöneticilerimizi sersem etmiştir; herkes kendine bir yol ararken, başkalarını düşünme olanağı ortadan kalkmıştır. Bu durum kıt gelirli tüm insanlarımızı televizyon esiri yapmış, izleyicilikte dünyanın en ön saflarına çıkarmıştır. Hafta sonları TV’ lerde yüzleri bulan futbol gevezelikleri, insanlarımızı fanatik uçlara sürüklemiş, futbolu seyirlikten kavgalara,küfürleşmeye itmiştir. Spor yaptığımız unutulmuş, “ Biz ölümü göze aldık ! “ demeçlerine gelinmiş. Bu insanların büyük bölümü, ne kitap ne de gazete okumaktadırlar. Bu eğitim sistemi içinde insanlarımıza okuma alışkanlığı kazandırmak da artık çok zor. Dünya nereye gidiyor diye bir fikirleri yok çoğunun. Sıfır noktasına doğru sürüklenen bu insanlarımızın gerçekte hiç kabahatları yok. İstanbul 1945 de 1 milyon, 1955 de 1.5 milyon. Şimdi 13 – 14 milyon arasında… Bu insanlar hangi plan ve programlarla, hangi incelemelerle yerleştirildi İstanbul’a. Ne alt yapı, ne de üst yapı kontrol altında … Her selde dere yataklarında evi, yeri, canı giden bu insanlara kim elektrik, su verdi; kim yerleşim izni verdi ? Göçlerle ilgili ilginç bir rakam var elimde. S…. ilimizin son sayımdaki nüfusu 638 bin kadar. İstanbul’da yaşayan S. doğumlular ise 681 binden fazla. Osmanlı döneminde uzun süre, hiç kimsenin elini kolunu sallayarak sokulmadığı bu güzelim kente, günümüzde bu denli acımasızlık, doğrusu bağışlanacak türden değil.
İstanbul’da hemen hemen her gün sudan sebeplerle, kadınlar, kızlar öldürülmektedir; çocuklar darp edilmektedir. Örf, töre denilen kırsal kesim alışkanlıkları, olduğu gibi kentlere yansımaktadır. Bu da kent yaşamımızı ciddi biçimde korkulu duruma itmektedir. Araba kullanırken iki elimiz yüreğimiz başında. Kazara sert bir bakış bile, magandayı trafik canavarı yapabiliyor. Apartımanlarda gecenin geç vakitlerinde de olsa, gürültü patırtı olağan karşılanıyor. Her hangi bir uyarıda bulunmak, başına belayı almak oluyor. Gece biraz geç vakitlerde evinize giderken, yolunuzun kesilmesi, sizden para, sigara v.b. şeyler istenmesi, sizi hiç şaşırtmasın. Bunlar olağan durumlar ve de saymakla bitmez. Öğrencilik yıllarımda iki yıl Tarlabaşı’nda oturdum. Gece yarıları Beyoğlu’nda çok dolaştım. Birkaç küçük yavanlık dışında, rahatsızlık konusu olacak hiçbir olay hatırlamıyorum ( 1954 -1958 ). Hafta sonları EDEBİYAT MATİNELERİ olurdu…İstanbul’un en güzel dönemlerinden birini yaşadık o yıllar. Ve de en güzel şiirli… Dağlarca, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Asaf Halet Çelebi, Atilla İlhan, Behçet Necatigil, Özdemir Asaf, Nevzat Üstün… Bir de Yahya Kemal Beyatlı… Hürriyet Gazetesi’nde şiirleri yayımlanırdı.Ve de şiirsel öykünün şahı Sait Faik Abasıyanık…Orhan Kemal,Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesın…
Sözü uzatmadan edebiyata dönelim. Edebiyatın çağlayanı kentlerdir.
Kent yaşamı yerleşik düzeni de birlikte getirir. Siz yerleşik düzen içinde değilseniz, göçebe bir yaşam içinde ne dilinizi geliştirebilirsiniz, ne de
yaşamınızı donanımlı bir duruma getirebilirsiniz. Ne de yazdıklarınızı bir yere oturtabilirsiniz. Hele yazarlarımız nereye ait olduklarını, belli bir yere oturtamazlarsa, işleri daha da zorlaşır. Anadolu’da yazılı kültüre geç başlanmış olması, dilimize sahip çıkamamıza bağlanabilir. Türkçenin önemsenmemesi, edebiyatta ağırlıklı dilin Osmanlıca olması … Diliniz egemenliğine kavuşmadan düşünsel bir ürün vermeniz genellikle olağan dışıdır. Siz İngilizce ya da Arapça düşünüp, Türkçe edebiyat ürünü vermeye kalkarsanız, başarılı olmanız çok zordur. Yazılı edebiyata geçmeniz gecikir. Bu yüzden romanımız ancak yüz yaşındadır. Öykücülüğümüz daha da yenidir. Şiirimizdeki dil sıkıntısı aşılmış değil. Günümüzde Divan Edebiyatı dilini kullanmaya kalkmak, doğru bir davranış olamaz. Ancak bunlar yapılıyor. Gül yanaklı, sırma saçlı, selvi boylu, badem dudaklı sanal kadınlar yok ortalıkta. Her gün bir arada gülüp şakalaştığımız, eğlendiğimiz, senli – benli konuştuğumuz kadınlar var. Bunları güllü-bülbüllü Divan normuna oturtamazsınız. En azından gülünç olursunuz.
Şairlerimiz ne vakit ilham ( esin ) beklemekten vaz geçecekler, bilemiyorum. Doğada iltimas, arka çıkma yoktur. Hiç kimse kendini özel kul sanmasın. Ve de şairden önce şiire oynamaya gelelim artık. Cumhuriyet içinde yüz şairimizden önce, 100 şiirimizi seçelim ilkin…
Türkiye’ de yönetimsel olarak, insanlarımız ( Başta askerler, öğretmenler, yargıçlar olmak üzere, çeşitli meslekten memurlar ) ordan oraya o kadar yer ve kent değiştiriyor ki, hem o kimseler, hem onların çocukları, kendilerinin nereye ait olduklarını bilemiyorlar. Bu aidiyet
( ilişkinlik ) durumunu önemsiyorum. Ankara’da edebiyatçıların bir toplantısında sormuştum: Ankaralı olanlar kaç kişi aramızda ? Çoğumuz başka yörelerden Ankara’ya düşmüştük. Ülkemiz coğrafya olarak, farklı bölgelerden oluşuyor. Karadeniz insanı ile, Doğu Anadolu insanı ya da İç Anadolu’yla Akdeniz insanı çok değişik karakterler, alışkanlılar, yaşam biçimleri gösteriyor. Yemesinden içmesine, giyim kuşamından, aile ilişkilerine dek değişik resimler veriyor. Güney Doğu Bölgesi töre belasından bir türlü kurtulamıyor. Kadın erkek ilişkileri bölgeden bölgeye değiştiği gibi, kasabadan kasabaya bile değişmekte. Mahalle, sokak, ev
yapılanmaları bile farklı farklı. Türk, Kürt, Laz, Çerkes … Alevi, Sünni, Balkan göçmeni, tarikatçi, beynamaz … Saymakla bitmeyen bir ötekileştirme histerisi … Ve tüm bunların özeti İstanbul… Evet İstanbul Türkiye’nin tam bir özeti. Denebilir ki İstanbul kurtarılırsa Türkiye kurtarılmış olur.
Yukarda kısa kısa vermeye çalıştığım bu resimleri, edebiyat bazında açık seçik bir yere oturmaya çalışırsak “ Edebiyatımız nereye gidiyor ? ”
sorusuna yanıt verebiliriz sanıyorum. Gerçekte elimizde edebiyatçıları -larımız üzerine yapılmış ciddi bir anket, soruşturma yok. Rakamsal verilere hiç alışık değiliz. Edebiyat Dernekleri de, bu tür araştırmalar yapacak ve ya yaptıracak parasal güce sahip değiller. Kaç şairimiz var,
kaç romancımız… Öykücüler, tiyatro yazarları, dergiler, fanzinler, Üniversitelerimizde edebiyat tezleri, yerel yayınlar, kütüphanelerimiz
( Kitap sayıları ), eleştiri yazarları… Bir de son zamanlarda ortaya çıkan
“ Araştırmacı yazarlar “ … Sanki düz yazarlar araştırma yapmıyormuş gibi yazarken, çizerken…
Daha yerleşik düzene bile tam geçememiş, dilini egemenleştire –memiş, eğitim sistemini bir türlü rayına oturtamamış ülkemiz . Edebiyatı-
mız da yelde sürüklenen yaprak gibi. Birçok şairimiz işini gücünü bırakmış, Haiku yazma peşinde. O üç dizelik, 17 heceli şiir Japon dilinin ve yaşamının bulduğu bir kalıp … Duygusunu, düşüncesini yeterince anlatabiliyor ki canlılığını koruyor. Bu kalıp Türkçeye uyar mı ? Türkçe şiire yeter mi ? Bu konuda düşünen yok. Japon Haiku’yu bulmuş; sen de diyelim Babaiku’yu bul. Olmaz … Niye ? Çünkü o iş çaba ister, bilgi ister, yürek ister. Türkçenin Anadolu’ya girişini 1071 Malazgirt Savaşı olarak düşünürsek, Yunus Emre’ye dek uzayan ve büyüyen Türkçe, o çarpıcı duruluğunu, özgünlüğünü, etkinliğini arar durumdadır artık. Ve biz Yunus Emre’mizi ne yazık ki, ancak 1930’larda keşfettik. Dışarıda okurken, İranlı bir Azeri arkadaşla Türkçe konuşuyorduk. Yanımızdaki bir Arap: Neyce konuşuyorsunuz diye sorunca, Türkçe demiştim. Arap’ın yanıtını hiç unutamam. Bu Türkçe bizim Arapçanın ilkel bir biçimine benziyor, demişti. İçime oturmuştu o sözler …
Edebiyatımız nereye gidiyor ? Valla edebiyatımız bir yere gitmiyor, yerinde duruyor. Çünkü insanlarımız yerinde duruyor. Bin yıldır yerinde duruyor… Türkiye Rönasans’ını yaşamamıştır, yaşayamamıştır.
Düşünmeyi öğrenememiştir. Düşünme, sorgulama ile başlar; merakla başlar. Ve de halkımız, düşünen insanlara, kendisine akıl vermeye kalkan insanlara, aydınlara hep uzak durmuştur. Köy Enstitülü öğretmen arkadaşlara bir gün sormuştum: Enstitüler kapatılırken, köylü kökenli öğretmenler, eğitmenler kıyıma uğrarken, size arka çıkan bir köy, bir köylü oldu mu hiç ? Yanıtlar “ Ne yapabilirlerdi ki…“ noktasında düğümleniyordu. 1960 darbesinden sonraki seçimde İşçi Partisi 15 kişiyi Meclis’e sokabilmişti. İşçilerin ya da fakir fukaranın oylarıyla mı sağlanmıştı bu ? Hayır… Kravatlılar vermişti o oyları. Seçilenlerin çoğu da insan emeğine saygılı, insancıl kravatlılardı. O yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki bir toplantıda, Prof. Muammer Aksoy’la, Prof. Turan Feyzioğlu’ nun tartışmalarına tanık olmuştum. Unutamadığım bu olayda Aksoy : 1960 Anayasası Sosyalizme açıktır, diyordu. Feyzioğlu tam tersini söylüyordu : Anayasamız Sosyalizme kapalıdır… Anayasamız
ne vakit sağdan sola tüm rejimlere açık olacak acaba ? Düşünce özgürlüğü bu değil mi ? Kanımca edebiyatımızın gölgede bırakılmış bir sorunu da budur.
Yukarda değindiğim toplumsal sıkıntılarımız, kentsel yaşamın getirdiği sorunlar, yaşamsal zorluklar, gerçekte toplumbilimcilerimizin uğraş alanı… Ama edebiyatçılarımızın da işin içinde olmaları gerekir. Artık bayatlamış bir konu olan, edebiyat toplum için midir, yoksa keyf için midir, kavgasını bir kenara bırakalım. Kaos içindeki kentlerimiz, bitmez tükenmez romanlık konularla doludur. Yalan ve yanlışlarla dolu Osmanlı yaşamını konu edinen romanlar, diziler piyasaları kaplamış durumda. Kimse tarihçi danışmanınız kim diye sormuyor onlara. Padişahların ciddi bir kurumu olan Harem yaşamı, dedikodu kumkumasına dönüştürülmüş.
Burada senaristlerimizin sorumlulukları var. Tiyatro yazarlarımız sayısal olarak çok azlar. Repertuarlarımızda çoğunlukla yabancıların ürünleri ağırlıkta. Bunun aşılması gerek. Toplumsal sorunlarımızın çözümünde tiyatrolar çok önemli . Tuluat ağırlıklı tiyatrolarda yer yer yapılsa da, Karagöz – Hacivat ikilisinin niye modern yapıda topluma yeniden kazandırılması düşünülmüyor ? Gölge oyununu aşıp o tipleri kişiselleştirmeli bence. Unutmayalım ki halka tiyatroyu sevdirmenin bir yolu olabilir bu söylediğim. Hep kravatlılara oynamayalım.
Ülkemizde şiir ve öykü edebiyatımızın ağırlıklı iki dalı… Kanımca Sait Faik aşılamamış olsa da, Türk öykücülüğü epey yol almış durumda.
Olay ve durum öykücülüğü kendi yollarında yürüyorlar. Toplumsal sorunlara daha yakın duruyor çoğu öykücümüz. Şiire gelince, nüfus
olarak büyük kentlerimizin başı çektiği, çeşitli yerlerde, eli yüzü düzgün 30 edebiyat dergisi yayınlanıyor diye düşünsek, her birinde de ayda 10 şiir çıksa, 300 şiir diyebiliriz. Bu sayı yılda 3600 eder. Fanzinleri, yerel dergileri ve şiir kitaplarını da işe katarsak, diyelim bu rakam on bin olsun. Yıllık şiir toplayıcıları, başta kendi şiirleri olmak üzere, bunların ancak 300 kadarını beğeniyorlar, tekellerine alıyorlar. Gerisi çöpe. Ve şiirimiz git gide hakemsiz bir oyuna dönüşüyor. Onlarca şiir ödülü veriliyor. İyi güzel de, aynı adlardan oluşan seçiciler, bunca şiiri, bunca kitabı nasıl okuyorlar acaba ? Yoksa bu kimselerin günleri , 24 saat değil de 48 saat mı ? Kanımca kitaplar seçicilerce tamamen okunmuyor. Birinin tekeli altında iş oldu bittiye getiriliyor. Önemli bir nokta da, seçiciler kurulu ödüllendirdikleri şiir ya da kitap üzerine hiç açıklama yapma gereği görmüyorlar. Kazanmanın gerekçesi ne, kimse bilmiyor. Ben yaptım, oldu. Tam bize göre bir oyun. Gerçekte ödüllerin de cılkını çıkardık. Kanımca bir iki bin lira içinde dönen ödüllerin de çağa uygun bir düzeye çıkarılması gerekir; çünkü ayıp oluyor. Onuru – monuru ayrı da, para da paradır. Sonra adına ödül konulan kimselerin de gözden geçirilmesi unutulmamalıdır. Şiirle ilgili birkaç noktaya daha değinmek istiyorum. Cumhuriyet’ten bu yana şiirimizde, öğretmenlerin ağırlığı görülüyor. Aralarında çok başarılı şairlerimiz var. Ancak çoğunun katı bir dilbilgisi dayatması oluyor. Bunun sonucu, çoğu şairimiz noktalama işaretlerini bıraktı, şiirlerinde kullanmaz oldu. Bence pek doğru olmadı.
Bazı şairlerimiz, şairliklerinin onaylanmasını ister gibi ( Kimler onaylayacaksa ) şiir ustaları, üstatları belirlensin havasına giriyorlar. Bu
“ Üstat ya da usta “ lafları, yalaka uydurmasıdır. Şiirde üstat – müstat olmaz. Birini üstat seçtin mi, onun yanlışlarına da katlanmak zorunda kalırsın. İlhan Berk “ Şiirde anlam aranmaz ! “ demiş. Doğru değil… Sözcüklerle yapılan bir çalışma anlamsız olursa, niye yayınlanıyor bu kadar şiir ? Niye dergiden dergiye koşuyor insanlar, bunları okuyucuya ulaştırmak için ? Berk’ in şiirlerini kendisinden habersiz mi bastılar ? Hangi enayi, anlamadığı şeyleri okur? Biraz ciddi olalım. Kaldı ki Berk’in şiirlerinde bal gibi anlam var. Bence, başarılı şiirler, üst düzeydeki şiirler
( Her zaman, her yerde rastlamadığımız çarpıcılıktaki şiirler, yazılması zor şiirler ) şairinden önce gelir. Büyük şair değil, büyük şiir üzerinde yoğunlaşmak gerek. Bunun için ciddi uğraş verecek eleştirmenlere gerek var. Bizde de çok az onlar. Bu işi de şairlerimiz üstlenmeye soyundu. Şairin tarafsızlığı zor görünüyor bana. Nurullah Ataç, Hüseyin Cöntürk, Mehmet H. Doğan şiir yazmayan eleştirmenler olduğu için onları önemsiyorum.
İmgeyi de fazla kurcaladık sanırım. Behçet Necatigil’ in “ Gizli Sevda “
şiiri küçük bir öykü. Dümdüz sözlerle yazılmış. Ancak şiiri okuyup bitirdik-ten sonra, onlarca resim dolaşmaya başlıyor kafamızda. İşte o dolaşan resimler imgenin daniskası ve de şiirin dışında oluşuyorlar. Ve de Türkçemize kazandırılmış çok başarılı bir sevda şiiri … Yoksa birbirleri ile uyuşmayan sözcükleri yan yana getirmek değil hüner …
Biliyoruz ki ülkemizde şairlerin başat izleği sevda ( aşk), sevdacılık … Osmanlılardan bize geçen sanal sevgililere övgüler yağdırmak, şiirler döktürmek sürüyor. Bu arada sevgilisine beddua edenler de var. Edebiyat dergilerinin on şiirinden dokuzu sevdacılık üzerine … Zaten düşünmemiz kıt, bunlar da bu işi körüklüyor doğrusu. Ülkemizde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Ben şairlerin, ülkenin önemli kişileri olduğuna inanıyorum; en azından öyle düşünmek istiyorum. Kanımca şairlerin ülkenin aynası olma sorumluluğu var . Şairler “ Bana ne! “ diyecek en son kişiler olmak zorundadırlar. Yoksa sanal sevgililerin, sırma saçlarını övmenin ya da Mehmet’ inin kara bıyıklarını göklere çıkarmanın, şiirler döktürmenin bir anlamı olamaz.
Son yıllarda, sol kesim “ Ashab-ı Kehf “ uykusunda. Pek çok sayıdaki bölük pürçük sol parti, kaç seçimdir 200 – 300 bin kadar
oy alıyorlar. Hiçbir öz-eleştiri var mı ? Niye birleşmezler ki ? İslami kesim içinde bile sol düşünceler ilgi toplarken, bu suskunluğun anlamı ne ? Solun şansını sıfırlaştıran bu tutum, affedilir cinsten değil. Kaldı ki, % 10 luk seçim barajını düşünürsek, 45 milyonluk seçmenin en az 4.5 milyon oyunu almak zorundasınız. Bunlar düş kurmakla olmaz. Bayatlamış sloganlarla hiç olmaz. Halk arasındaki yaygın söylenti nedir, biliyor musunuz ? “ Bunlar kendilerini kurtarmaktan aciz insanlar … Bunlar mı bizi kurtaracak ? “ Soldaki bu kargaşa, şiirimize de yansıyor. Toplumsal sorunlara yaklaşmaktan özellikle kaçınılıyor. Bunun için dergilere bir göz atmak yeter. İdeolojik yalnızlığımız günden güne artıyor. Şiir, paylaşılma özelliğini yavaş yavaş yitiriyor. Herkes kendi şiiriyle gelin – güveyi olma hevesinde.
Son olarak şunu söylemek isterim: Düşünce kuraklığı, kanımca şiirin baş düşmanıdır. Her ne kadar şiir eğitimli insanlara seslense de
( Çünkü şiir okuma, şiirden haz duyma bir düzey gerektirir; özellikle bu imge furyası içinde ). Çok yönlü çalışmayan beyinlerin,şiirde yeni formlar, söyleyişler, biçimler yakalaması kolay iş değil. Hele yüzyıllardır kendini değişmemeye kurmuş insanlarımız için…
Sabahattin Yalkın
06 -11. Mayıs.2012
Feneryolu – İstanbul