Kamil Akdoğan, Hatice Eğilmez Kaya: Şiirle ilgilenen bir kişinin felsefe ve tarihle ne gibi bir bağı olmalıdır.
Şener Aksu: Bu soruyla karşılaştığımız anda sanki buna gerek yoktur. Ne de olsa felsefe nesnel akıl diyebileceğimiz salt aklın yasalarına dayanarak varlığı ya da insanı anlamayı önceler. Dolayısıyla çağrışımı, imgelemi veya imayı bir yöntem olarak kabul etmez. Her şeyi neden sonuç bağlamında ele alır. Oysa şiir sezgisel akıl diyebileceğimiz çağrışımsal olanakları kullanır. Bu nedenle felsefeye odaklanmış bir zihin, şiire kapanabilir de… Nesnel akıl sezgisel aklı geriletebilir. Felsefede tez yazarken fıkra bile anlatmakta zorlananlar beni daha iyi anlayacaktır. Felsefeci, bir matematikçi gibi her söylediğini aklın yasalarına göre kanıtlama ihtiyacı duyacaktır. Sezgisel olanda böyle bir zorluğa gerek yoktur, şair rahattır.
Öte yandan şiirin de felsefenin de ortak bir amacı vardır. Varlığın yahut insanın hallerini, durumlarını ya da ilişkilerini anlamak… Çok sevdiğim bir sözü burada dillendirmek isterim; “İnsanın anlama çığlığı içe düşse şiir, dışa düşse felsefedir.” Anlamak bir çığlıktır çünkü hem bir açlıktır hem bir acı… Acı da olsa anlamak zihnimizin doğasının kaçınılmaz etkinliğidir. Dolayısıyla şair de anlamaya odaklanmıştır felsefeci de… Felsefe dışsaldır ve dışsallık çok geniş alan kapsar. Öte yandan herkesle ilgilidir, herkesle ilgilenir. Bu nedenle daha nesneldir diyebilirim. Şiirse önce insanın kendi içine dönmesini gerektirir, sonra başkalarıyla ilişkilidir. Dolayasıyla daha özneldir. Varlığın yahut insanın durumlarını, hallerini ya da ilişkilerini anlamak kendine dönmek hem daralma hem yanılma olasılıklarını artırır. Bu yüzden felsefenin birikimi şiirin birikiminden hem çoktur hem de güvenlidir diyebilirim.
Şiir; insanın kendinde varlığın yahut insanın hallerini, durumlarını yahut ilişkilerini sezip, bunu başka zihinlerde canlandırmak için oluşturduğu dilsel tasarım olarak tanımlandığında; öncelikle şiirin bir anlama etkinliği olduğu ortaya çıkar. Şair kendinde insanı ya da varlığı anlamaya çalışır. Sonra bunu başka zihinlere ulaştırmaya çabalar. Anlamak önünde sonunda zihin işidir; daha doğrusu zihnin görüsüyle ilgilidir. Zihnin görüsü artıkça, kavrayışı keskinleşip berraklaştıkça insanın kendini ve varlığı sezmesinin de artacaktır. Peki zihnin görüsü nasıl artabilir? Zihnin görüsü zihnin apaçık fikirlerle örülmesiyle mümkündür. Böylece zihnimiz varlığın doğasına uyarlı olur ve onu kavrayabilir. Zihnin apaçık fikirlerle örülmesi ve durulaşması da felsefe etkinliğiyle olur. Şiirle ilgilenen felsefeye yakınlaşırsa daha duru bir görüye, daha keskin bir kavrayışa sahip olacaktır. Dolayasıyla kendinde varlığın yahut insanın hallerini daha derinlikli fark edecektir. Bu nedenle diyebilirim ki, felsefeden yalıtık kalmış şiir, insanın ya da varlığın yüzeyselliğiyle oyalanıp duracaktır. Daha çok aşk şiiri yazılmasının sebebi de budur. Genlerin kışkırttığı eğilimler apaçık bir zihne yahut derin bir duyarlılığa gerek duyulmadan kolaylıkla fark edilir. Demek ki felsefesiz şiir yüzeyseldir, kuraktır. Bu nedenle şiirle ilgilenen kesinlikle felsefeye yakın durmalıdır diyebiliyorum. Öte yandan felsefeye odaklanmalıdır demiyorum, çünkü odaklanınca şiirin can suyu tükenir. Şiir bir bakıma bilinçli bir bilinç dışılıktır. Dolayasıyla felsefeye odaklanmak, bilincin bilinç dışıyla bağını daraltır. Platonun şiirlerini yakma gerekçesini burada bulmak mümkündür.
Şiirle tarihin ilgisine gelince; şiirle ilgilenen birinin tarihle ilgisi kaçınılmazdır ve felsefeye göre şiirle tarih daha iç içedir. Hatta diyebilirim ki şiiri konu alan estetikle, geçmişteki insan eylem ve etkinliklerini konu alan tarih yöntemleri birbirine çok benzeyen iki bilimdir. Zaten ikisi de nitelik bilimidir. Yani nicelikleri değil nitelikleri konu edinmiştir. Biricik olanla ilgilenirler, tekrarlananla değil… Şiirle tarihsel olay arasında da pek çok benzerlik vardır. İkisi de biriciktir. Ama bunlardan daha önemli olan şey; insanın bir süreç ve toplam olmasıdır. İnsan bir süreç ve toplam olmak bakımından geçmişi içerir. Şair de bir insandır ve şiiri bu toplamdan filizlenir. Tarihsel bilgi de kavramı gereği geçmişi içerir. Demek ki şairle tarihçi geçmişle ilgilenmek bakımından ortak etkinlik sahibidir.
Geçmişin birikimi bellekte saklıdır. Bu insan için geçerli olduğu kadar toplum için de geçerlidir. Toplumun belleğinde biriken tarihsel bilgidir ve bu her insanı kuşatır. Dolayısıyla şair de bu kuşatmanın içindedir. Şairin belleği sadece kendi deneyimleriyle oluşmaz, başka insanların deneyimlerinin gözlemlenmesiyle de oluşur. Hatta öğrendiği her şeyle oluşur ki bu da toplumsal belleğin kişisel belleğin temeli olduğuna işaret eder. Dolayasıyla şair kendine yöneldiğinde tarihsel olana da yönelmiş olur. O halde şiirle ilgilenen kaçınılmaz olarak tarihle de ilgilenecektir diyebilirim.
Bir başka açıdan da her şey tarihselliğiyle kavranabilir. Aristoteles, “Nedeni bilmediğin şeyi bilmiyorsun…” derken buna işaret eder. Her şey öncüllerle bağlantılı olarak anlaşılabilir. Bu yüzden şair insan ve varlık durumlarını öncülleriyle birlikte, yani tarihselliğiylekavrarsa anlayıp anlatabilir. Demek ki şair yahut şiirle ilgilenen tarihsel olanla ilişkilenmek zorundadır. Zaten eski şairler; yani ozanlar hem varlığı sezen hem toplumun belleğini taze tutan bir işleve sahiptiler… Halk şiiri incelenirse bu içerik kolaylıkla fark edilebilir. Bu ilişkinin endüstri toplumunun doğası gereği zayıflaması, şairin tarihsel olan tarafından daha az kuşatılmasına, kişisel belleğin daha belirgin olmasına neden olmuştur. Bu yüzden günümüz şairlerinin tarihsel bir bakıma da toplumsal olandan uzak bir söylemi vardır.
Bu belirlemeyle işaret etmek istediğim, şairin de tarihselliğidir şiirin de… Şair ve şiir tarihsel dokunun dışında değildir. Onun koşullarına göre belirir ve onun koşullarını aşmaya niyetlenir. Ama hiç kimse çağını tamamen aşamaz. Dolayasıyla çağının ürünüdür. Bu yüzden diyebilirim ki şiirle ilgilenen kaçınılmaz olarak tarihle ilgilenir. Bunun bilincinde olsun olmasın, bu böyledir.
K. A, H. E. K. : Sizce şiir yazmak öğretilebilir mi? Edebiyat atölyeleri ve edebiyat dendiğinde neler söylersiniz?
Ş.A. : Herkes şiir yazar bundan hiç şüphem yoktur. Herkes şiir yazar, demek, bana göre herkes koşar demekle bir ve aynı şeydir. Ama kimi hızlı koşar kimi yavaş… O ayrı bir sorundur, çünkü koşmak da şiir de insan olmanın bir durumu ya da halidir. Şiir de koşmak da insana içkindir. Koşullar gereği şiir de koşu da insanda örtük kalabilir. Bir neden yahut uyarıcı olmadan gelişmeyebilir. Ama bu şiirin insanın bir hali olduğunu ortadan kaldırmaz. Benim atölyeme bir ay katılan herkes bunun tanığıdır. Şiiri ortaya çıkarmak, insanın içindeki külleri incitmeden savuran küçük bir rüzgara bağlıdır diyebilirim.
Herkesin şiir yazacağını yönelik belirlemeye itirazların kaynağı, şiir dediğimizde Nazım Hikmet yahut Necip Fazıl gibi şiir yazmanın akla gelmesidir. Oysa herkes kendi şiirini yazar. Nazım da Beyatlı gibi şiir yazmamıştır. Koşudan örnek verirsek, herkes koşar dendiğinden herkes Usain Bold olur, deniliyor yanılgısı gibi… Öte yandan herkesin kendi şiirini yazması bir azlık değil bir çokluk ve hatta yetkinliktir.
Şiir de her estetik nesne gibi güzellik gereksinimini karşılar. Dolayasıyla zihnimizin güzellik gereksiniminin koşullarına uymak zorundadır. Bunlardan en önemlisi özgünlüktür. Güzel özgün olandır. Bu bağlamda herkes şiir yazar belirlenimi, “Herkes özgün şiir yazabilir mi?” sorusunu da beraberinde getirir. Ben bu soruya da kesinlikle “Evet!” diyorum. Bunun gerekçelerini de biliyorum. İnsan hem bir süreçtir hem bir toplamdır. Her insan doğduğu yerin koşullarına göre bir toplamdır ve süreçtir. Bu da bize gösteriyor ki diğer insanlarla benzerlikleri vardır ama farklılıkları da vardır. Aynı anda doğmuş ikizler de bile bu farklılığı görürüz, çünkü deneyimleri farklıdır, koşullara verdikleri tepkiler farklıdır, daha baştan koşulları arasında farklılıklar vardır. Dolayasıyla bellekleri farklıdır. Şiir insanın kendinde varlığın yahut insanın halleri ve durumlarını keşfetmeyi gerektirdiğine göre… Her insan, kendi özgünlüğü kadar özgün keşiflerde bulunabilir, bunu dilsel bir tasarıma dönüştürüp başka zihinlerde düşlem olarak canlandırılmasını sağlayabilir. Elbette özgün bir şiirin yazılması birçok gelişimi gerektirir ama bir insan böyle bir gelişim göstermişse bana göre herkes gösterebilir. Eskilerin dediği gibi bir insanda olan her insanda olabilir. Belirleyici olan koşullar, istek, emek ve sabırdır.
Tam da bu bağlamda şiir atölyeleri etkin bir görev üstlenebilir. İnsanın kendi başına kaldığında dikkatinin dağılacağı düşünülürse, ortak etkinliklerde kendini geliştirmek için daha çok hevesleneceği ortadadır. Daha çok çabalayacak, daha çok sabredecektir. İlgin neyse bilgin odur derler, bu bağlamda şiire yoğunlaşan birinin yetkinliği de artacaktır. Bu gerekçeyle şiir atölyelerinin şairliğin gelişimine katkı sağladığını söyleyebilirim. Ancak atölyelerde öğrenilecek şeylerin de sınırlı olduğuna vurgu yapmak isterim. Örneğin özgünlük öğretilemez ama nasıl taze söz söyleneceği konusunda bir görü oluşturulabilir. Öte yandan şiir, tanımı gereği dilsel bir tasarımdır. Dilsel tasarımın olanakları öğretilebilir. Sakıncalarını dikkat çekilebilir. Dilin olanakları ya da olanaksızlıkları gösterilebilir. Benim atölyelerimde uyguladığım, “Dize oluşturma teknikleri.” türünden yöntemler geliştirilebilir ve böylece şairliğin gelişimine katkı sağlanabilir. Demek istediğim şiirin her durumu öğretilemez, insanın kendi şiirini yazması için gerekli koşullar ortaya konabilir. Ama bu büyük bir başarıdır. Tıpkı mimari öğrenimi gibi… Mimaride yapının oluşma koşulları öğretilir ama özgün mimari öğretilemez. Atölyelerin de bir sınırı vardır.
Bu bağlamda gönül rahatlığıyla şiir atölyeleri şairliğin gelişmesine katkıda bulunabilir diyebilirim. Ancak bir sakıncaya dikkat çekmek isterim. Şiir atölyeleri genellikle bir şair çevresinde oluşur. Doğal olarak şair, şiirde atölyeye katılanlara göre daha yetkindir ve bizde hocalık/çıraklık ilişkisi abartılıdır. Dolayasıyla atölyeyi yürüten şairin şiiri ve şiir anlayışı yüceltilebilir. Hatta katılanlar ona öykünür ve onun taklidi haline gelen şiirler yazmaya başlar. Kendi şiirini, biçimini bulma eğilimleri güdükleşir. Bu durum atölyelerin şair özgünlüğünü yok eden bir değirmene dönüşmesine neden olur. Bu sakıncanın farkında olarak yapılan atölyelerin, edebiyata katkı sağlayacağını sanıyorum. Ama önünde sonunda edebiyat kişiseldir, insanın iç iklimiyle ilgilidir. Dolayasıyla atölye bir araç olabilir, kimya terimiyle söylersek katalizör olabilir. Ama asıl tepkime insanın kendindedir. Nihayet herkes kendi şiirini kendinde keşfedebilir.
K. A., H.E.K. : Kim olduğunu tahmin etsek/ bilsek de soralım. Su Usta kimdir? Neden su ve neden ustadır? Evrene, insana ve varoluşa nasıl bakar?
Ş.A. : Son zamanlarda karşılaştığım ve içime fısıldandığını hissettiğim soru bu… İnsan bazen kendini ifade edebilecek zaman ya da zeminden yoksun olabiliyor. Bu bağlamda bu soru kendimi serimleyebileceğim bir yol oldu diyebilirim. Bu nedenle ayrıca teşekkür etmek isterim.
Çocukluğumdan beri suyu izlerim. Suyun hareketlerini, suyun gücünü, güçsüzlüğünü… Üzerinde çok düşündüm diyebilirim. Hazır düşünmek demişken, ben suya bakarak düşünenlerdenim. Gerçi ateşe bakarak düşünmek de olağanüstüdür ama su beni daha çok arındırır. Su harika bir öğretmendir. İnsanın nasıl yaşaması gerektiğine yönelik güçlü ipuçları verir. Örneğin su eğime direnmez… İnsan da direnmemelidir. Özellikle iç eğimlerine… Su engellendikçe sabırla birikir. Acelesi telaşı yoktur. İnsan da böyle yapmalıdır. Yeterince birikmeden akmamalıdır. Su hem hayat verir hem hayat alır. Bu da gösteriyor ki hiçbir şey kendi başına iyi ya da kötü olamaz, bir şeyin bağlamında iyi ya da kötü olur. Su yumuşaktır ama yakından, yüksekten suya düşen betona çarpmış gibi olur… Suyun yüzey gerilimi vardır ki benim kendimi savunma yollarımdan biridir. Yani su harika bir öğretmen, harika bir ustadır. İnsanın kendi olması için yol gösterir, yol verir…
Ancak suyu öğretmen olarak gören bir tek ben değilim… Doğu düşüncesinde bu konuyla ilgili pek çok örnek bulunabilir. Hatta aykırı biçimde ünlü Kung Fu ustası Bruce Lee için de su bir öğretmendir. Su felsefesini dövüş sanatının ilkesel zemini olarak görür. Elbette hayatın sürekli değişkenliği ya da gelip geçiciliğini de en iyi bize su öğretir. Anadolu’nun Ege kıyılarında yaşamış olan Heraklitos ve Çin’in büyük ustalarından Lao Tse’yi (Lao Usta) da anmak isterim. Ben yaşamla ilgili birçok şeyi sudan ve suyu usta bilenlerden öğrendim diyebilirim.
Elbette bu sorunun kaynağı “Su usta/Kendini koruma bilgeliği” adlı kitabım olsa gerekir. Oradaki öyküler benim için iki nedenle önemlidir. Birincisi, her öykü WhatsApp uygulaması üzerinden, gerçek kişilerle yaptığım söyleşilerden oluşur. Ketum biri olduğumdan ve dinlemeyi sevdiğimden, beni tanıyanlar genellikle sorunlarını benim yanımda yüksek sesle tartışmayı severler. Ben de onlara sorunlarını kendileri çözsün diye aklın rehberliğiyle yönlendiririm. Elbette öykülerdeki isimler takmadır ve yer yer konuşmalar özgün hallerinden değiştirilip estetize edilmiştir. Ne de olsa edebiyat, olanı değil olması gerekeni dillendirir. Bir başka deyişle, doğanın yarım bıraktığını tamamlar…
Öte yandan “Su Usta” şu ilkeye dayanır: Sorunların birçoğu ilişkisel yahut ruhsal değil zihinseldir. İnsanların zihinleri apaçık fikirlerle dolu olsa, bir başka deyişle varlığın doğasına upuygun bir zihne sahip olsalar canlarını yakan, yaşamlarına ket vuran şeyler sorun olmaktan çıkacaktır. Su usta, zihnin su gibi duru olmasını imleyen bir kurgudan ibarettir. İnsanın varlığı ve kendini tanımasını, kendini savunma sanatı olarak görür.
K. A. , H.E.K. :Seyyah olmak ve yol size neler kazandırdı?
Ş. A. : Seyyahlığın değerini çok küçük yaşlarda öğrenmiş biriyim. Babam sürekli gezerdi. Gelince birçok şeyden söz ederdi. Hatta köyümdeki okulda tiyatro oynamıştık ve sonunda konuşmalar yapılmıştı. İnsanlar sahneye çıkıp görüşlerini bildiriyordu. Babam da çıkıp o meşhur soruyu sorup inmişti; “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?”
Ben her zaman okuyan tarafta oldum ama babamın gezdiği yerleri anlatması ve ondaki yaşam sevinci beni hep etkiledi, eksik hissettirdi. Okuyarak elde ettikleri verilerle insan düşsel gezilere çıkabilir. Her yere gidebilir. Her yerde bulunabilir… Ama düşte her şey kendindendir, kendinde başlar kendinde biter… Dışsallık yoktur. Gezideyse varlığını dışsal olan etkiler… Bu yüzden tazedir… Eskilerin tebdili mekânda ferahlık vardır derken kastettikleri bu olsa gerekir.
Gezilerde kontrol yoktur, güvenlik yoktur… Ne kadar planlanırsa planlansın, hayatın olasılıkları hayal gücümüzden fazla olduğundan hep bir boşluk, hep bir eksiklik olacaktır. Dolayasıyla geziler rastlantıya ve kargaşaya açıktır. Dolayısıyla heyecanlıdır. Çocukluğumuzdaki ilk örnekleri çağrıştıran bir hevesi kışkırtır. Ateşle ilk tanışma, denizi ilk görme gibi…
Yeri gelmişken seyahatin ritimle ilgisine de vurgu yapmak isterim. İnsan doğasının bir ritmi vardır, hayatın da bir ritmi vardır. Elbette insanın kişisel ritminden de söz edilebilir. Ancak genel insan doğasının ritmiyle hayatın ritmi uyuştuğunda, insan kendini hayata yerleşmiş, hayata uyum sağlamış hisseder. İçsel bir pekinlikten söz ediyorum. Sadece bu pekinlik bile seyahat etmek için yeterlidir diyebilirim, insanı sağlıklı kılar, bütün kılar.
Seyyah olmak okumaya da engel değildir. Hatta yer yer seyahatnamelerle okumakla gezmek kesişebilir de… Beni tanıyanlar bilir; Evliya Çelebi seyahatnamesini belki on on beş kez okumuşumdur. Hatta üniversitede para karşılığı Evliya Çelebi seyahatnamesine dayalı birçok bitirme tezi hazırlamışımdır. Ayrıca Türkçede bulduğum bütün seyahatnameleri okumuşumdur. Seyahat ve seyahatname benim belleğimde önemli bir çokluktur diyebilirim.
Ayrıntıya girmeden her insan için seyahatin iki etkisi olacağını varsayabilirim. Birincisi insan yolda arınır. Hayatın ritmine uyum sağlayınca zihin bedenden bağımsızlaşabilir. Böylece algı bombardımanı altında kaldığı geçmişi sindirebilir. Bu yüzden yollar, bir çeşit zihinsel geviş getirme biçimidir. Zihin kendini düzenler ve dinginliğe kavuşur. Nasıl sığırlar yediklerini hemen sindiremiyor ve boş zamanlarında sindiriyorsa, insan da okumalarını, düşünmelerini, eylemlerini ve edilgenliklerini hemen sindiremiyor. Dolayasıyla bedenin rahat ettiği ve zihnin özgürleştiği bir döneme ihtiyaç duyuyor. Yolculuk bu olanağı sunar.
İkinci olarak yol demek farklılık demektir… Farklı yerler, farklı insanlar, farklı iklim, farklı zaman… insan sadece kendi koşullarıyla kalsa, kara delikler gibi kendi içine çöker, belli şeylere saplanıp kalır, saplantılar oluşturur. Dünyayı kendi dünyasıyla bir ve aynı görecek bir körlükte yaşar. Ama yolda farklı insanlar, farklı düşünceler, farklı tavırlarla karşılaşır. Hatta farklı bir perspektiften hayata bakar. Böylece kendi dünyasını test edebilir, özeleştiri yapabilir, kendini çoğaltabilir. Yollarda pek çok insan insanı etkileyebilir. Gençken Bilbilan yaylasına çıkmıştım. Yaşlı bir amca bana dedi ki, “Oğlum duydum çok kitap okuyormuşsun, kitap ne, insan oku insan…” Önce garipsemiştim ama sonra hakkını verdim. Her insan birçok kitap zaten… Hem de insanın benzeri olmak bakımından kendini sınayabileceğin bir ölçü…
Sözü uzatmayıp şöyle desem yeridir; ben suyu usta bilmiş biriyim, göl değil de ırmak olmayı seçtim. Akan su temizdir, seslidir, tazedir, şenliklidir… Yoldaki insan da öyledir; tazedir, seslidir şenliklidir… Emekli olduğumda paramın pek azını nesnelere ayırdım, yani pek azını heba ettim. Hepsini yollara ayırdım. Ömrüm çoğaldı, gönlüm çoğaldı… Ben değiştim, çevrem değişti. Zaten insan ancak kendini dönüştürebilir. Ama bir şey değişir, onunla bağlantılı her şey değişir.
K. A. , H. E. K. : Edebiyat ve estetik, edebiyat ve içerik, edebiyat ve biçem, edebiyat ve dil… bu ikilemeleri çoğaltmak mümkün. Edebiyat/ özellikle şiir nelere ihtiyaç duyar? Aslında edebiyat aynı zamanda bir ihtiyaçtır, kimler ve neden edebiyata ihtiyaç duyarlar?
Doğrusu çok yoğun bir soru, umarım değerli bir yanıt verebilirim. Tek tek ikilem yerine edebiyat üzerine fikirlerimi serimlemek isterim. Yanılmıyorsam Dostevsky’nin sözüdür, “İnsan her şeysiz yapar da güzelsiz yapamaz.”. Bir hücreye de koysan insanı, orada bir şeyleri güzelleştirmek ister, duvarı çizer ya da başka bir şey yapar… Güzellik insanın varoluşsal gereksinimidir. Bu gereksinimi en kolay sözle örülmüş güzelliklerden karşılar. Söz insanın kendindedir, başka bir araç gerece ihtiyaç da yoktur. Dolayasıyla kolaydır, kolaylıktır. Özellikle de şiir. Ezberlenebilir de… Zindanlara bile atsanız insanı şiirden ayıramazsınız. Sözü ondan alıkoyamazsınız. Bu elbette insanın özgürlüğü için de bir olanaktır. Otoritelerin korkuları için de bir gerekçe…
Edebiyatı kaynağını şiir görenlerdenim. Hatta diyebilirim ki Hegel gibi en başat sanat olarak şiiri görenlerdenim. O içselin (müzik, ritim) ve dışsalın (imgeler, fikirler) birleşimi olarak şiiri sanatın en üstteki sentezi olarak görmüştü. Ben sanatın temeli olarak şiiri görüyorum. Resmi renklerin şiiri, yontuyu nesnenin şiiri, mimariyi binanın şiiri olarak nitelendiriyorum. Bu yüzden edebiyat yerine şiir üzerinden fikirlerimi açıklamayı yeğliyorum.
Tanımından yola çıkarsak şiir insanın kendinde insanı ya da varlığı anlama, onu başka zihinlerinden keşfetmesi için dilsel bir tasarım haline getirme işidir. İnsanın kendini anlaması bence yaşamın anahtarıdır. Antik dönemden beri en temel öğreti “Kendini bil”mektir. Kendini bilen, koşulların sunduğu olasılıklar içinde kendine uygunu seçebilendir. Bu daha sevinçli bir yaşam, daha çok kendini gerçekleştirme olanağıdır. Kendi olan çevresini de sevinçle etkiler. Kişilik sorunu dediğimiz şey biraz da kendini tanımamaktır. Kendini bilmeyen kendine uygunu nereden bilsin? Dolayasıyla davranışları ve eylemlerinden nasıl sevinç türesin…
Öte yandan bana sorsalar, “Hayatta en zor şey nedir?” diye… Sanırım yanıtım hep aynı olacaktır: “Anlaşılamamak…” Şiir insanın kendini anlamasıdır ama aynı zamanda kendini anlatma olasılığıdır. “O bizi anlar…” diye yakınmanın gereği yoktur. Başka zihinlerin anlayacağı biçimde anlatılabilse insan anlaşılabilir. Demek ki anlaşılamamanın bir nedeni de anlatma sorunudur. İnsan kendini anlayabilir ama anlatamazsa sevinçli bir yaşam mümkün değildir. Şiir işte bu olanağı da verir. İnsanın kendini anlatması için sadece kavramsal ifadeler yeterli değildir. Zihnin güzellik gereksinimine de fısıldamak gerekir. O da ancak şiirin olanaklarıyla mümkündür.
Demek ki özel olarak şiir, genel olarak edebiyat, insanın sağlığıyla doğrudan ilgilidir. İnsan kendini anlayıp anlattığında, hem kendi hem çevresi sevinçli bir yaşam sürecektir. Bu yüzden şiir veya edebiyat bir, elbette içtenlikli bir edebiyat aynı zamanda insanın ve toplumun sağlığı için de elzemdir.
İçtenlikli edebiyat diye bir belirleme yapmamın nedeni de şudur; edebiyat sezdirme alanı olarak verili olanı aşmayı, verili olandan taşmayı gerektirir. Bu da toplumsal uyumsuzluklara yol açar. Özellikle şiirin toplum dışılıkla ilgisi vardır ve bu geleneksel olarak kabul görülmektedir. Her toplum farklı düzeyde bu uyumsuzluğu hoş görür. Böyle bir geleneksel bir bakış vardır. Bu yüzden farklı gerekçelerle toplumdışı kalmış insanlar da edebiyat şemsiyesi altına girebilirler. Edebiyatı güzellik gereksiniminin bir sonucu olarak değil de kendi farklılığının bir örtüsü olarak kullanabilirler. Buna kişilik sorunları da eklenebilir. Şairler veya edebiyatçılara yönelik beğeni veya sevgiden yararlanmak isteyenler bu alanda bulunabilirler. Bu doğaldır. Onlara da sağlık verir ama edebiyatın masumiyetini zorlar. Şiir yarışmaları üzerine tartışmaları hatırlatmak isterim. Bu bağlamda diyebilirim ki ben şiir ve edebiyat derken, içtenlikle bu alana bağlı olmayı kastediyorum. Diğerlerini başka bir sınıflama içinde görüyorum.
Özellikle şiir ve genel olarak edebiyatın toplumsal bir işlevi olduğundan da söz edilir. Aydınlanma çağından kalma bir yargıyla, şair ve yazarların toplumun dönüşmesi için mücadele etmesi gerektiği, hatta edebiyatın toplumsal muhalefet olmadığı zaman değerinin olmayacağı da dillendirilir. Özellikle toplumcuların estetiğinde böyle bir ilke vardır. Şair ve yazarlar “aydın” olarak sıfatlanıp, ona uygun davranışlar göstermesi gerekir. Mayakosky’nin Yesenin’e suçladığı gibi… Biz de de sık sık yazar ve şairlerin siyasi muhalif olmamalarıyla ilgili suçlamalar yapılır.
Şüphesiz ki şiir ve edebiyatla uğraşanların insanı anlama ve anlatmaya yönelik bir işlevleri vardır. Zaman zaman bu toplumsal ve tarihsel halleri ya da durumları da içerir ama şairlik ya da edebiyatçılığın siyasi bir ajitasyona mahkum edilmesi doğasına aykırıdır. İnsan sadece politik bir varlık değildir, duygusal bir varlıktır, ruhsal bir varlıktır… çoğuldur ve çok değişik halleri ya da durumları vardır. O halde insanı sadece bir duruma indirgemek onu azaltmak, güzellik gereksinimini de yıpratmak olur.
Elbette şiir özü gereği muhaliftir, bütün sanatlar gibi… Çünkü verili olanı aşmayı, verili olandan taşmayı gerektirir. Ancak bu muhaliflik salt politik bir muhaliflik olamaz, çünkü politik muhalefet yeni bir düzen kurmayı amaçlar. Şairse her düzene muhalif kalacaktır. Bunun en iyi örneği, toplumcu olan Nâzım’ın “Makinalaşmak” şiirinin Sovyetler Birliği’nde yasaklanmasıdır. Şairi bir siyasi eğilimin sözcüsü olarak belirlemek şairliğin yahut edebiyatın doğasına aykırıdır.
Bu eğilimin elbette tarihsel bir karşılığı vardır. Düzenin otoritesiyle yeni düzeni kurmak isteyen otorite özsel olarak aynı gerekçeyle ve özel olarak edebiyatı genel olarak sanatı kontrol almak tutmak ister. Bu gerekçe sanatın sezgiselliğiyle ilgilidir. Bir güzelliği sezen, onu kendinde yeniden keşfeden zihin, onu kolaylıkla içselleştirir ve kendinden görür. Dolayasıyla onunla birlikte değişir. Herhangi bir fikri yahut iddiayı ise aklıyla tartışır ve dışlar. Dolayasıyla hiçbir propaganda estetik propagandanın yerini alamaz. Bu nedenle otoriteler, yani insanı değiştirmek isteyen her kimse, sanatın olanaklarını kullanarak insanları yönlendirmek ister. Reklamlar bunun en iyi örneğidir. Estetik yoluyla insanların davranışları etkilenmek istenir.
Bu nedenle en küçük otoriteden en büyüğüne herkes edebiyatı kontrol altında tutmak ister. Şairi veya edebiyatçıyı kendini meşrulaştıracak ürünler üretmesine yönlendirir. Böyle ürünler üretilebilir ama etkili olmaz, çünkü sanat olmaz. Güzel olamaz. Güzellikten pay alamaz, çünkü bu sanatın doğasına aykırıdır. Özgün olan var olana her zaman aykırı olacaktır. İster muhalif otorite olsun ister düzenin merkezindeki otorite, sanat her zaman onu taşan, onu zorlayan ürünler ortaya çıkaracaktır.
K. A. , H. E. K. : Sizce Şener Aksu kimdir? Nereden gelir, şu anda nerededir ve nereye gitmektedir?
Ş. A. : Divan’ı Lügat’it Türk’te, eski bir Türk deyimi okumuştum; yılan eğrisini bilmez, diye… Bu zihin açan bir belirlemedir. Gerçekten insan kendini bilmez, bilemez. Amacı kendini bilmektir ama asla tam olarak kendini bilemez, çünkü dışarıdan göremez. Hep içeriden bakma çeresizliğindedir… Bu nedenle Şener Aksu kimdir? Sorusunun yanıtını ben verdikçe hep eksik kalacaktır.
Madem sordunuz kendimi anlatmaya niyetleneyim. İki bin metrenin üzerindeki bir yaylada doğmuş biriyim. Doğduğu yer insanın kalıbıdır, derler. Ne zaman dağlara çıksam kendimi çok iyi hissederim. Demek ki ben dağlıyım ve yarı göçebe bir toplulukla hayata katıldım. İnsan bir süreç ve toplam olduğuna göre beni koşullandıran şeyin bunlar olduğunu söyleyebilirim. Fizikte, “başlangıca hassas bağlılık teorisi” vardır. Başlangıçta fark edilmeyen minik şeyler sonuçlara etki eder, diye özetlenebilir. Bu yüzden başlangıcı dillendirmek istedim. Ailem ben daha çok küçükken Ardahan’a göç edip, sonra ilkokul ikinci sınıfta tekrar köyüme dönmüş. Ardahan’da alışılmamış bir çocukluğum olmuştu; hocalara, doktorlara taşındığım zamanları hatırlıyorum. Köyden kente göç bir yıkımdır ama kentten köye göç bir çocuk için tufan… Böylesi çalkantılar içinde kendime ve çevreme zarar verdiğimi fark ettim. Ne zamandı anımsamıyorum, kendimi iyileştirmem gerektiğine karar verdim.
O zamanlarda şiirle tanışıktım, köyde Mustafa amca cep defterinden bize halk şiirleri okurdu. Hep yanına giderdim. Kendimi iyileştirme çabamda şiir benim cebimde değil de yüreğimde oldu. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kendimi iyileştirme çabam bir sonuca ulaşabildi. Şiire ayrı bir yer ayırmak isterim ve ayrıntıya girmeyi gerekli bulmuyorum. Sonra solculuğum ve darbe dönemleri gelir… Her neyse; ben kendimi, hayatı ve ne varsa onları anlamak için okumayı bir yol bilenlerdenim. Sonuçta okudukça birikti zihnim ve yazmam gerekti. Ne de olsa havuz hesabını daha ilkokulda öğrenmiştim, havuz bir yerden dolarsa bir yerden boşalması gerekir.
Çalışmayı çok sevin, bir hayat biçimi olarak benimseyen ben bir gün “Aylaklığa Övgü” kitabını okudum. Ardından da “Tembellik Hakkı”nı… Kitaplar insanı değiştirir mi değiştirir, hem de kökten değiştirir. Bu iki kitap beni değiştirdi diyebilirim. On iki eylül sonrası da Wilhelm Reiche okudum. Onu da burada anmasam olmaz, çünkü ben bir toplamsam o okumalar da bunun bir parçasıdır. Bunlara bir de Etica’yı katmalıyım. Onca felsefe okumama rağmen Etica, sanırım ayrı bir yere sahiptir benim ömrümde. Ayrıca Yılmaz Hoca’mı ve Afşar Hoca’mı da anmak isterim. Gençliğimde zihnimi açan Yılmaz Kuşaklı olmazsa sanırım çok çabuk gençlik hevesleri köreltirdi beni… Olgunluğumda da Afşar Timuçin’in rehberliğinde yüksek sesle düşünebildim.
Altmışına gelmişken şunu diyebilirim; Şener Aksu, dağlardan geldi dağlara gider… Su ve ölümü en değerli öğretmen bilir. Su ile ilgili yukarıda fikirlerimi açıklamıştım ama ölüm konusuna burada değinmek isterim. Bana göre ölümle sınanmamış bir şey gerçek değerini bulamaz. Ne olursa olsun değeri ölümle sınanır. Bunu bilmek yaşamın değerini artırdı diyebilirim.
Son olarak kendimi hep yabancı gibi gördüm. Her yerde ve her durumda yabancı kaldım yeryüzüne… Bunun nedenini bilmiyorum. Ama koyuna kuyruğu ağır gelmez, der eskiler. Bu da bana ağır gelmedi. Güzel bir hayatım oldu. Beni tanıyanlar bilir, özel bir acı (yakınlarımın ölümü yahut ağır hastalığı gibi) olmadıkça mutlu biriyim. Yaşamdan içgüdüsel bir sevinç duyuyorum. Bunun bir nedeni de ömrümü planlamış olmamdır. Plan deyince tanıdıklarım şaşıracaklar çünkü ben çok düzensiz bir insanım. Odamı görseniz… Ama genel olarak ömrümü planlamış biriyim. Her on yılda neler yapacağımı planladım ve şu ana kadar gerçekleştirdim. Son iki on yılım daha var, yaşarsam onları da gerçekleştireceğimden eminim. Ortaokulda TÖBDER’in kütüphanesinden, Kral Lear’ı alıp okumuştum. O gün; “Türkçenin Shakespeare’ı olmak istiyorum.” demiştim. Olamadığım ortada ama bu niyet zihnimi diri tuttu. Hayatımdaki kararları buna göre aldım ve otuzun üzerinde kitabım oldu. Daha da olacak sanıyorum. Son olarak şunu diyebilirim; ben bildiklerimi paylaşmayı ilke edindim, daha doğrusu canım çekiyor. Birikimlerimi mezara götürmeye niyetim yok… Kim benden yardım isterse hazırım.
K. A. , H. E. K. : İnsan nedir, nitelikleri nelerdir? Kendini koruma bilgeliği dendiğinde ne dersiniz?
Ş. A. : İnsan nedir sorusu bir bakıma etik sorusudur. İnsanı nasıl tanımlarsan ahlakı da öyle tanımlarsın. Söz gelimi ben insanı bir zihin varlığı olarak kabul ediyorum ve “Zihin varlığı olan insan aklın rehberliğinde yaşar ve bilerek kendine ve başkasına zarar vermez.” diye bir çıkarımda bulunuyorum. Bu belirlememin gerekçelerini burada açımlamaya gerek yok ama bu belirlememin sonuçlarından söz etmek isterim. Bu belirleme göre kendime göre bir ahlak oluşturabildim. Ben bilerek kimseye zarar vermem, elbette kendime de… Ama insan koşulların kölesidir; bilmeden yahut fark etmeden böyle bir şey yapabilir… Böyle bir şey yaparsam bu hatadır ama yanlış değildir. Yani ilkemi çiğnemiş olmam sadece kendi eksiğimle karşılaşmış olurum.
Demek ki insan tanımı aynı zamanda ahlakın da kaynağıdır. Herkesin bir insan tanımı vardır, bu tanımı ister kendisi düşünerek oluştursun ister ödünç alsın ister yaşadığı yerin verili tanımını kabullensin… Bu tanım insanın nasıl yaşayacağı, neleri önceleyeceği ve neye iyi neye kötü diyeceğini belirler. Bu öyle önemlidir ki, neredeyse ömrün iradi koşullarını oluşturur. Tam da bu noktada sorunuza geri dönersem; insan nedir sorunun yanıtı asla kapalı bir küme olamaz, açık küme oluşur… Dolayasıyla özneldir, değişkendir.
Benim tanımın insanın bir zihin varlığı olduğudur. Dolayasıyla insan aynı zamanda akıl varlığıdır; eylem ve etkinliklerini seçebilir, bir şeyi yapıp yapmama konusunda karar verebilir. Yani irade sahibidir; dolayasıyla eylemlerinden ve etkinliklerinden sorumludur. Sözünden de sorumludur. Ne söylediği ne söylemediğinden de… Bu nedenle şiirlerin altına isim yazmak gerekir. Bu nedenle mahkemeler kurulmaktadır. Ancak insanın zihin varlığı olduğu belirlemesi insanın doğasına uygun ama eksik bir belirlemedir. İnsan hem bir toplam hem bir süreçtir de… Genetik getirimi, çevresel ve deneyimsel birikimi, zihinsel etkinlikleriyle bir toplamdır. Ama süreçtir de… Her gün bu toplama bir şeyler katılır. Dolayasıyla beş yıl önceki Şener, şimdiki Şener değildir… Bu gerekçeyle diyebilirim ki bir insan salt iyi ya da kötü de olamaz. Bağlamında ve bir anlık kötü olabildiği gibi, bağlamında ve bir anlık iyi olabilir… Beş yıl önce bir kişi için iyi olan ben, beş yıl sonra aynı kişi için kötü olabilirim. Bu onunla ilişki bağlamında ortaya çıkan bir değerdir. Ayrıca birine göre iyi olan diğerine göre de kötü olabilir…
İyi ve kötü tartışmasından çıkıp kendini koruma bilgeliğine dönersek; insan her canlı gibi kendi bütünlüğünü korumaya yönelik bir eğilim taşır. Bu onun başka şeylerden ayrı olarak kendini fark etmesinden doğar. Bütün canlılar için geçerli olan bu farkındalık insan için de geçerlidir. Ama insan zihin varlığı olarak bunun sadece farkında değil bilincindedir de… Elbette zihni gelişmiş olanlar için geçerlidir bu… Kendinde ve kendi bilincinde olmak aynı şey değildir çünkü…
Kendini koruma bilgeliğinin kaynağı budur. İnsan bir zihin varlığıdır ve kendinin bilincinde olduğunda kendini koruma bilincine de ulaşır. Kendini tanımayan kendini nasıl koruyabilir ki? Kendini bilmeyen, neyi eyleyip eylemeyeceğini nasıl bilebilir ki? Zihnin anlama ve karar verme yetisi olan akıl herkeste ortaktır. Sorun aklı kullanıp kullanmamaktır. “Ölüler Hakkında Dedikodu” kitabımın ilk bölümünde aklın hallerini uzun uzun tartıştığım için burada konu edinmeyeceğim. Evet, akıl herkeste vardır ama her zihinde akıl başka türden bir işlev görür.
Kendini koruma bilgeliği, ancak yetkin bilinçlerde ve özgür akılla mümkündür. Bunlar olmadan kendini koruma bilgeliği oluşamaz ve hatta insan kendi bilincinde olamaz. Kendinde olur, kendini fark eder ama bilincinde olamaz. Burada Hegel’e gönderme yaparak diyebilirim ki, “kişi” kendinde ve kendi bilincinde bir varlık olarak diğer insanlardan ayrılır. Ancak kişiler kendini koruma bilgeliğine sahip olabilir.
Her insan doğar doğmaz eşittir ve insan tanımı her insan için geçerlidir. Ancak herkes bir zihin varlığı olarak, aklın rehberliğinde yaşayamaz. Buna koşullar elvermeyebilir, buna özsel olarak ulaşamayabilir. İnsanı yanıltan pek çok şey vardır. Hatta daha da önemlisi en küçüğünden en büyüğüne her otorite insanların zihinlerini düzenlemek isterler. Hatta neredeyse bir tek zihin biçimini her insanın zihnine klonlamak isterler. Büyük anlatılar ve öğretilerle zihinleri ele geçirmek isterler. Bu nedenle kendinde olmak mümkündür ama kendi bilincinde olmak cesaret ve emek ister.
Kendini koruma bilgeliği, kendi olma ve koşullara rağmen kendi kalma bilgeliğidir. Bu da ancak varlığın doğasına upuygun bir bilinçle ve yaşama sevincinin gücüyle devam edebilir. Yaşama sevincinin kaynağı da duyguların köleliğinden kurtulmayı gerektirir. Spinoza’nın belirlediği gibi duyguların kölesi olan insan kederli bir ömür sürecek; eylem ve etkinliklerden eksilecektir. Bizi etkin kılan şey sevinçtir ve bu da ancak duyguları anlamayı ve onlar karşısında özne olmayı gerektirir.
Son olarak şunu söyleyebilirim; ya bir zihin varlığı olarak kendimizde ve kendi bilincimizde olup özne haline geliriz, ya başka zihin ve etkinliklerin nesnesi haline geliriz. Bu çizgiyi belirleyen insanın kendi bilincinde olup olmama kararlılığı ve elbette yetkin bir zihne sahip olup olmamasıdır. Kendi bilincinde olma kararlılığının kaynağı yaşama sevincidir, dikkatini yaşama vermekten gelir. Yetkin bir zihne sahip olmaksa bazen insanın kendini aşması gereken uzunca bir emeği ve sabrı gerektirir.
K. A. , H. E. K. : Poetikanızı öz bir biçimde tanımlamak/ betimlemek isteseniz nasıl bir tanımlama ve betimleme yaparsınız?
Ş. A. : Bence şiir insanın kendini anlama ve anlatma olanağıdır ve birçok nedenle insansı bir gereksinimdir. Anlama olanağıdır çünkü şiirle insan kendinde olanı dışlaştırabilir ve serimleyebilir. Böylece kendinin yahut kendinde olanın ne olup olmadığını anlayabilir. Aynı zamanda bir anlatma olanağıdır çünkü kendini ifade edebilmek, başka zihinlerle ortaklığımız olan dilin olanaklarını kavramakla olasıdır. Kendinde olanı anlayabilirsin belki ama başka zihinlere aktarman, yani kendini anlatman hiç kolay değildir. Ne de olsa bir araç kullanman gerekir ve anlatmanın aracı olan dil bozucu ve çarpıtıcı olabilir. Şiir kendini ifade etme olanakları sunar. Bu bence yaşamsal bir olanaktır.
Öte yandan şiir bir insan gereksinimidir; bir estetik nesne olması bakımından güzeldir ve zihnimiz güzelliğe ihtiyaç duyar. Güzellik duyumunun kaynağı zihnimizin doğasıdır ve zihnimiz güzel bulduğu şeylerde genel olarak, bütünsellik, özgünlük, tazelik, ritim ve içerik arar. Bu şiir için de geçerlidir. Özellikle de içerik, bir başka deyişle fikir, benim açımdan önceliklidir, çünkü ben güzellik duyumunu bir fikrin sezilmesiyle oluştuğunu deniyemleyenlerdenim. Burada söz ettiğim fikir, bir makalede bildirilen fikir değildir elbette… Ama yine de bir fikirdir ve biz onu sezeriz. Dolayasıyla bana göre şiir, öncelikle içeriktir. Sonra biçimdir.
Burada sezdirme/bildirme ayrımına girecek değilim ama sezilmeyen şeyi ben keşfetmiş gibi hissetmem, dolayasıyla onda güzellik bulmam. Bu açıdan şiir incelikli bir iştir. Hem varlığın yahut insanın bir durumunun keşfini gerektirir, hem de bu keşfin başka zihinlerde düşlem oluşturmasını sağlayacak uygun bir dilsel tasarıma dönüştürülmesi gerekir. Bu yüzden yetkin şiir kolay kolay ortaya çıkmaz. Yetkin şiir, içeriğe upuygun bir biçimin oluşturulduğu yapıdır ve onda öz ve biçim aynı şeydir.
Yeri gelmişken öz/biçim ilişkisine de değinmek isterim. Bir şeyi diğer şeylerden ayıran neyse odur, biçimse onun algılanan halidir. Canlılar için özle biçim arasında bir çarpıtma alanı vardır; canlılar olduğu gibi değil de görünmek istedikleri şekle bürünebilirler. Bu çarpıtma alanının balon balığından ahtapota birçok evrimsel uğrağı vardır. Cansızlardaysa durum farklıdır. Güzellik duyumu veren estetik nesnelerse ikisinin arasında bir yerde durur. Ne cansızlar gibi öz ve biçim aynı şeydir, ne canlılar gibi özle biçim arasında bir çarpıtma alanı vardır. Estetik nesnelerde, konumuz gereği söylersek şiirde öz ve biçim arasında bir uyum vardır. Ama sezdirme işi iç içe geçmiş simgelerden oluştuğu için, okuyucuya göre değişkenlik içerir. Bunu daha iyi ifade etmek için Behçet Necatigil’in olsa gerek bir sözü dillendirmek isterim; “Bazı şiirler bazı yaşları bekler…” Aynı şiir aynı kişi tarafından farklı zamanlarda farklı algılanır.
Şiiri her şeyi biçime indirgemek veya şiiri sadece dil cambazlığı olarak görmek; hatta yer yer bir sözcüğü ikiye bölerek keşifler yapmak güzellik duyumuna ket vurur; çünkü şiir sezdirilen bir şeydir ve akıl orada geriye itilir. Sezgisel akıl dediğimiz çağrışımsal bir ruhsallıkla şiir kavranır. İnsan şiiri okurken bu nedenle zaman zaman tüyleri diken diken olur ve heyecanlanır. Böylesi biçimsel bulmacalar aklı çağırır ve büyü bozulur. Diyeceğim şiir estetik bir nesnedir ve onun doğasından pay alır. Bu sözlü kültürde de böyleydi, yazılı kültürde de böyledir. Geleceğin dijital dünyasında da böyle olacak.
Şiirle ilişkime gelecek olursak; ben kendimi bildim bileli şiirle ilgilenirim, okumaktan heyecanlanırım, yazmaktan hoşlanırım… Ancak Afşar Hoca’mdan estetik öğrenene kadar neden heyecanlandığımın, neden hoşlandığımın farkında değildim. Hatta öyle ki, Kocaeli üniversitesi Şiir Etkinlikleri Birimi’nde çalışırken, Nejat Gacar’la birlikte çabalayıp düzenlediğimiz I. Ulusal Şiir Kongresi’nde karşılaştığım bütün şairlere ve akademisyenlere şiirin ne olduğunu, neden ondan hoşlandıklarını sorup soruşturdum. Anladım ki onlar da benim gibi neden heyecanlandıklarından yahut neden hoşlandıklarından pek haberdar değil… İşte o zamandan beri estetikle ilgileniyorum. Atölye çalışmalarımızın amacı da öncelikle budur. Şiirin ne olduğunu kavramak; neden şiirin bizi heyecanlandırdığını, neden şiir yazmaktan hoşlandığımızı ortaya çıkarmak öncelikli çabamız oldu.
Yaşım ilerledi, şiir yazıyorum ama artık şiir kitabı yayınlamıyorum. Son kitabım “7 Kutsal Ayçiçeği”dir. Kitap yayınlama işini de bir yerde bırakmak gerekir. Şiir üzerine düşünmek yahut araştırma yapmak için daha az vakit ayırıyorum. Şiir hakkında bazı bilgilerden eminim, bazılarından da hiçbir zaman emin olamayacağımı biliyorum. Bu yüzden şiir poetikamı tek cümleyle ifade ediyorum. İnsan şiire yakın ama şaire uzak yaşamalı…