Umutlu olmak, çok yönlü olmaktır. Farklı düşünmek ve farklı yollar bulmaktır. Bilimde, sanatta, edebiyatta ve hayatın her alanında sürekli alternatifler üretip yolu sağlam yürümektir. Azimli, kararlı ve umutlu olmak bunu gerektirir. Hayatın, insanların ve olayların bütünlüğünü ancak çok yönlü düşünerek keşfedebiliriz. Dertlerin devasını, hastalıkların şifasını ve sorunların çözüm yollarını farklı bakış açılarımızla ve icraatlarımızla neticeye kavuşturabiliriz.
Hayatının ilk on yılında Kuran-Kerim’i ezberledikten sonra birçok alanda araştırma yapan, fikir üreten İbn-i Sina (980-1037), çok yönlülüğü ile tüm dünyanın takdirini kazanmış bir umut dehasıdır. Daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir.
İbn-i Sina bir gün sokakta oyun oynarken, yanına biri yaklaşmış ve “Sen ileride büyük bir âlim olacaksın. Sana oyun yaraşır mı, git dersini çalış” demiş. Tıpkı bugünkü bazı büyüklerimizin söylediği gibi. O da “Her yaşın belli bir hali vardır. Çocukluğun yakıştığı da oyundur. Her yaşın hakkı verilmelidir” diye cevap vermiş. Sanki büyümüş de küçülmüş gibi…
Genç yaşında çağının bütün, ilimlerini öğrenen İbn-i Sina, vaktini okumakla ve araştırmakla geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman da sabahlara kadar çalışırdı. On dört yaşına geldiğinde öğretmenlerini bile geçmeye başlamıştı. On sekiz yaşında “hekim” unvanını alır.
Yirmi bir yaşında ilk kitabını yayımlayan İbn-i Sina, “Tıbbın Kanunu” yazıp, tüm dünyada “Tıbbın Kralı” olarak şöhret bulsa da o, aynı zamanda çok ünlü bir felsefeci ve eğitimcidir. Genç yaşta felsefe, tıp, teoloji, müzik, matematik gibi tüm bilimlerde uzmanlaşan ve dünden bugüne hala tıp dünyasına yön veren İbn-i Sina, Avrupalıların deyimiyle Avicenna (vazgeçilmez) Aristo ve Farabi’den sonra dünyanın en büyük üçüncü öğretmeni olarak kabul edilmektedir. Çoğu felsefe, din, tıp, fizik, müzik, astronomi ve doğa bilimleriyle ilgili olmak üzere birçok bilim dalında 270’i aşkın eser yazmıştır. Eserleri arasında en hacimli ve en tanınmış olanlarının başında felsefe ağırlıklı el-Şifa ve Tıp Kanunu anlamına gelen el-Kanûn fi’t-Tıb isimli kitabı gelir. Bu kitaplar yaklaşık 400 yıl batı ülkelerinin üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Peki, İbn-i Sina bu kadar başarıyı ve şöhreti nasıl elde etti. Umut zekâsını nasıl çalıştırdı ve nasıl geliştirdi?
Kendisi bu sorulara bizzat şöyle cevap veriyor: Bu satırlar aynı zamanda onun “Çalışma ve Başarma Kanunu” olarak da okunabilir. “Henüz on altı yaşındaydım. Bir buçuk yıl boyunca birçok eser okuyup, inceledim. Mantığın ve felsefenin bütün bölümlerini tekrar tekrar okudum. Mantık, fizik ve matematikten sonra ilahiyata (metafizik) yöneldim. O sıralar geceleri çok az uyuyor, gündüzleri de başka hiçbir şeyle meşgul olmuyordum. Kendime bir dosya hazırladım, kitaplarda karşılaştığım her argümanda buradan çıkan tasımın (kıyas) öncülerini tespit ediyor ve bunları dosyaya kaydederek sınıflandırıyordum. Sonra bunlardan hangi sonuçların çıkabileceğini araştırıyor ve bu konuda tüm hakikati kavramak nasip olana kadar öncüllerin koşullarını müşahede ediyordum. Bir sorunun üstesinden gelemediğim, bir tasımdaki merkezi kavramı, tespit edemediğim zaman, camiye gidip dua ediyor ve her şey açıklığa kavuşana, güçlükler ortadan kalkana kadar kâinatın yaratıcısına niyaz ediyordum. Akşam olunca eve dönüyor, lambayı önüme çekerek kendimi okumaya ve yazmaya veriyordum. Uyku bastırdığı ya da yorgun düştüğüm zaman, kendime gelmek için bir bardak şarap içiyor ve okumaya devam ediyordum. İçim geçip, hafif uykuya daldığım zaman, aklımı kurcalayan sorun rüyama giriyordu. Pek çok sorun uyku sırasında açıklığa kavuştu. Böylece bütün ilimler hafızamda sağlam bir şekilde yer ettiler ve onlara olan hâkimiyetim bir faninin elinden gelenin azamisiydi”
Ölümüne kadar yanından ayrılmayan öğrencisi Ebu Ubeyd el-Cüzcâni, onun öğrenmeyle ilgili azim ve kararlığını şöyle anlatır: “Bir gün üstad, emirle sohbet ediyordu, yanlarında Ebu Mansur el-Cubaî de vardı, dilbilgisiyle ilgili bir sorun üzerine konuşuluyordu ve üstad konu hakkında bütün bildiklerini anlattı. Bunun üzerine Ebu Mansur üstada dönerek dedi ki: ‘Sen bir feylesof ve bilgesin, ama anlattıklarını çekici hale getirebilecek kadar dilbilgisi(filoloji) kitabı okumadın.’ Bu sözler üstadı çok öfkelendirmişti; üç yıl boyunca dilbilgisi üzerine yazılmış eserleri inceledi. Horasan’dan Ebu Mansur el-Asharî’nin Dilbilgisi Eğitimi adlı kitabını getirtti…”
Gelmiş geçmiş en ünlü bilim insanları arasında yer alan İbn-i Sina’nın deneyleri, teşhisleri, tedavi yöntemleri ve tavsiyeleri günümüzde dahi dilden dile dolaşmaya sosyal medyada viral olmaya (paylaşılmaya yayılmaya) devam ediyor. Yakın zamanlarda yine sosyal medyada en çok konuşulanlar ve paylaşılanlar arasında onun iki kuzu ve bir kurt ile yaptığı anlamlı bir araştırma vardı. Sosyal medyada şok etkisi yapan bu deneyde İbn-i Sina, önce iki kuzuyu da aynı kafese koyuyor. Kuzular aynı yaşta, aynı kiloda ve aynı cinsteler. Ayrıca kuzulara aynı yem, aynı miktarda veriliyor. Yani ikisi arasındaki tüm şartlar, eşit olarak sağlanıyor. Fakat yan kafese de bir kurt konuluyor ve bu kurdu sadece kuzulardan bir tanesi görebiliyor. Aylar sonra İbn-i Sina, kuzulardan birinin, diğerine göre çok daha çelimsizleştiğini ve güçsüzleştiğini görüyor. Hatta bu kuzu, bir süre sonra hastalanıp ölüyor.
İbn-i Sina, deneyle ilgili hazırladığı raporda, kuzunun ölüm nedeni olarak yaşadığı stres ve korkuyu gösteriyor. Kurdu görmeyen diğer kuzu ise mutlu ve sağlıklı şekilde gelişimine devam ediyor. Elde ettiği sonuçlarla tıp dünyasına yol gösteren İbn-i Sina, bu deneyi ile zihinsel etkinin sağlık üzerindeki olumlu ve olumsuz sonuçlarını gözlemlemiş oluyor. Ona göre “Ruhsal bir hayal gücü vardır. Bu güç, hastalıkları oluşturabileceği gibi, var olan rahatsızlıkları da ortadan kaldırabilir. Beden, ruhsal hayal gücünün emirlerine itaat etmek zorundadır.” Zihnimiz, bize inanılmaz oyunlar oynayabilir; bizi yanıltabilir, korkutabilir ve umutlarımızı unutabilir. Yine o derki: “Nefret duygusunun mizacı soğuktur, vücudu soğutur. O da hastalık yapar. Umut ise sıcaktır. Vücudu ısıtır, rahatlatır.” Bu söyledikleri ruh için de geçerlidir. O halde diyebiliriz ki insan bünyesi umutsuzluk ile değil umut ile uyum içinde çalışır. Kierkegaard’ın da dediği gibi umutsuzluk ölümcül bir hastalıktır. İnsan bünyesine uygun olan umuttur. Umut hem bedene hem de ruha şifadır. Ona göre “Şifasız hastalık yoktur; irade eksikliğinden başka.” Umutsuzluk, elimizi kolumuzu bağlar, irademizi ipe asar; gün gelir o ipi boynumuza asar.
Bilge Lao Tzu şöyle söyler: “Başkalarını bilmek akıllılık, bilgelik; kendini bilmek irfan sahibi olmaktır. Neyin yeterli olduğunu bilmek zenginlik, azimle yol almak irade sahibi olmaktır”. Her insan için irade, en büyük nimet, en büyük umuttur.
İbn-i Sina, on altı yaşındayken bir gün kapısı çalınır. Buhara sultanının yanına çağrılarak onun çare bulunamayan hastalığını tedavi eder. Bu başarısı hayatının dönüm noktası olur çünkü emrine âmâde edilen sultanın değerli kütüphanesi, kendisine bilgilerini genişletme fırsatı verir. Ancak bir gün kütüphane yanınca bundan kendisini sorumlu tutarlar ve elindeki her şeyini kaybeder. Acı olaylar arka arkaya gelmeye başlar. Önce babasını kaybeder ve ardından Buhara’dan ayrılmak zorunda kalır. Şehir şehir gezer bir dost kapısı arar. En sonunda Hazar Denizi’nin kıyısındaki Cürcan’a gelir. Şarkın kudretli komutanı Gazneli Mahmut onu sarayına davet eder ancak o bu daveti kabul etmez. Bunun üzerine silahlı askerler onu almak için gelir ve İbn-i Sina da bulunduğu yerden kaçmak zorunda kalır. Büveyhîler’in hükümdarlığına sığınır ve orada on iki yıl kalır. Bu süreçte hem sarayda hizmet eder hem de zindanlara atılır. Fakat eserlerini yazmaya devam eder. 1024 senesinde İsfahan’a kaçmak zorunda kalır. Buradaki güzel günleri de pek uzun sürmez. Gazneli Mesud şehri alınca askerleri, İbn-i Sina’nın evini ve kütüphanesini ikinci defa yağmalarlar.
Bunaldığı ve umutsuzluğu solumaya başladığı günlerin birinde “Galiba yok bana dar gelmeyecek bir belde, Değerim çok, alacak müşteri bilmem nerede?” diye, o da dertlenir.
O da tarihe adını umutla yazdırmış her insan gibi haksız yere suçlandı, sorgulandı, hapis yattı. Tekfir edildi. Ölü soyguncusu, din ve toplum bozguncusu olarak dedikodusu yapıldı; sert ve acımasız eleştirilere maruz kaldı. Ama o asla araştırmaktan, keşfetmekten, çare ve şifa bulmaktan; bulup anladıklarını yazarak başkalarına da anlatmaktan asla vazgeçmedi. “Çok yoruldum hayat, gelme üstüme” demedi. Ona göre insan canını dedikodudan, münakaşa ve kavgadan ve herhangi bir hale karşı infalden çekmedikçe, çekemedikçe kir ve pastan temizlenemez. En iyi huy herkesin eza ve cefasına katlanmaktır, karşılık vermemektir.
O diyor ki: “Belalar seni sıkıntıya sokarsa Elem neşrah süresini düşün. Çünkü orada, her güçlük iki kolaylık arasındadır” denilir. Bunu düşün de ferahla. Zira sıkıntı sürüp gitmez, sonu selamettir. Bana haset edenleri bir tarafa attım. Onların isimlerini ağzıma bile almadım. Onlar ise sabahlara kadar uyudular. Sevmeyerek baktıklarından beni fena görüyorlar. Severek baksalardı, bende fena gördükleri şeylerin iyi olduklarını anlarlardı. Hiç kimse görmek istemeyen biri kadar kör değildir.”
O, insanların önce zihnini ve ruhunu tedavi ediyor sonra bedenini iyileştiriyordu. İlim ve sanat, iltifat görmediği ülkeyi terk eder diyen İbn-i Sina’nın tıbbi felsefesi “insanı bir bütün olarak değerlendirme” çerçevesindeydi. Kişiye özgü tedavi konusunda bize hâlâ ışık tuttuğunu fark eder ve onu iyi anlarsak bize çağlar boyu yol göstermeye ve umut olmaya devam edecektir.
Onun da dediği gibi “sevmeyerek bakan, fena görür” ve bu bakış, baktığı kişiyi değil, insanın kendisini u-mutsuzluğa iter. Sürekli sevmeyerek bakan ve baktığı her yerde fenalıklar görenlerin u-mutsuz bir insana dönüşmesi kaçınılmaz bir sondur. Çünkü bazen kötü bir bakış tüm güzellikleri yok eder.
Teşekkürler “Umudun goncası”, paslanmış ve yas/ş/lanmış umutlarımızı tarih, kültür, felsefe ve sağlık bilinciyle yeniden yeşerttiğin ve bizleri bir kez daha “Mutlak Umuda” yönlendirdiğin için….
1“Senin için bağrını açmadık mı? İndirmedik mi senden o yükünü? O sırtında gıcırdamakta olan (ve bu şekilde sana eziyet veren) yükünü? Senin şanını yüceltmedik mi? Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var. Evet, o zorlukla beraber bir kolaylık var! O halde boş kaldığında yine kalk yorul! Ve ancak Rabbinden umut et, hep O’na doğrul!” (İnşirah, 1-8)