Emel Hanım’la Kemal Bey, on yıldır evlidir. On yıldır, çocukları olmadığından gitmedikleri doktor, çalmadıkları kapı kalmamış. Tüp bebek adının daha yeni yeni anılmaya başlandığı yıllardır o yıllar! Yalnızca İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde deneme aşamasındadır. Bulunduğu şehirde olsa bile pek kimse cesaret edemezdi zaten. Çevre baskısı insanın yüreğini, aklını başından alıverir. Tüp bebek, başkasının belinden geleni taşımak diye düşünüldüğünden, sıkıysa tüp bebek yap sen…
Emel Hanım, çocuk isterim, illa da çocuk, illa da çocuk deyince, evlatlık bir çocuk sahibi olmak için geceler boyu kafa kafaya vermişler, Doktor Hüsnü Miral defalarca önermesine rağmen, onlar düşünelim deyip geçiştirirler. Sonra bir anda, nerden geldiyse Emel’in aklına, okul arkadaşı Celal Yılmaz’ın Çocuk Esirgeme Kurumunda müdür olduğu gelir, gelir gelmez de “buldum, buldum,” diye içinden deli gibi bağırır.
Emel ile Kemal nice zamandır, gece yarılarına kadar çocuk meselesiyle yatıp kalkmışlar. Gündüzler torbaya mı doldu derseniz, gündüzler torbada değildir; okuldadır, ikisi de hırslı öğretmendir. Teneffüslerde bile öğrencilerinin aksayan yanlarını tamamlamak için onlardan daha çok gayret ederler. Söyleşileri, tartışmaları ancak torbaya girmeyen gece saatlerindedir, gece vakti kimse onları rahatsız edemeyeceği için saatlerce tartışırlar.
“Hayatım bir çocuk istiyorum!”
“Tamam hayatım, biliyorsun gitmediğimiz doktor kalmadı, çocuğumuz olmazmış, öyle demedi mi Doktor Hüsnü Miral, hem bize evlatlık bir çocuk alın, vatana iyi bir insan yetiştirirsiniz demedi mi?”
Tüp bebek… Emel tüp bebek der demez…”
“Bir dakika, bir dakika, bu lafı duymak istemediğimi kaç sefer söyledim, sana? Ne diyecekler bana, Kemal’in karısı başkasından gebe kalmış… Sakın bir daha duymayacağım, beni çıldırtmak mı istiyorsun? Ben elin dölünü senin karnında istemem!”
“Doğru değil söylediklerin, anlattım bunu sana, bir daha anlatayım istersen!”
“Anlatma, anlatma, anlatma! Geri zekalı mıyım ben, sen beni anlamak istemiyorsun; yeter duymak istemiyorum, tüp müp!”
“Tamam, tamam bir daha konuyu açmayacağım; fakat bildiklerin tamamen yanlış! Bak ne diyeceğim benim okul arkadaşım Celal Yılmaz, Çocuk Esirgeme Kurumunda müdür. Ona gidip kimsesiz, sahipsiz kalmış bir çocuk alalım, onu büyütür hem hayra girer hem de memlekete hayırlı bir evlat yetiştirmiş oluruz, ne dersin?”
“Çok güzel olur, hemen yarından tezi yok, arkadaşını ziyarete gidelim! Çocuğu ben de çok seviyorum, çocuğumuz olmadığı için, ne günahlara girdim bilemezsin, her şeye isyan ettim!”
“Yarından tezi yok, Celal’i ziyarete gidip ne yapmamız gerektiğini öğrenmiş oluruz hayatım!”
“Tamam tamam çok sevindim, yarın Celal Bey’e gidiyoruz!”
Bölge müdürlüğüne geldiklerinde mesai yeni başlamış, Celal Bey, Cumhuriyet gazetesini açmış bir taraftan Fatma Hanım’ın yaptığı sabah kahvesini höpürdete höpürdete içerken, bir taraftan da Cumhuriyet’ini okumaktadır. Celal Yılmaz hiçbir zaman odasının kapısını kapattırmaz, her daim açık tutardı. Yüzüne göre epeyce büyük atkılı colormatik camlı gözlüğünü kaşının üstüne kaldırır, dikkatle, adeta satırların altını çize çize okur. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Mustafa Ekmekçi, Cüneyt Arcayürek… Gazete değil, adeta okuldur Cumhuriyet Gazetesi onun için. Sabah kahvesini höpürdete höpürdete içerken çikolata kokulu piposundan da bir nefes alır. Piponun, kahvenin kokusu odanın içini kaplayınca Ertekinler, Işıllar, Saralar… da aşk sarhoşu olmuşa dönerdi. Odası botanik bahçesi gibidir. Eminönü’ndeki Yeni Caminin arkasındaki çiçekçilerle arkadaş olmuştur. Hafta sonları bir bir çiçekçileri dolaşır, bazen onlarla, bazen de “çiçeklerle” konuşurdu. Celal Yılmaz halk adamıdır, dışlanan insanlara acır, bir sıkıntıları varsa çözüm yolları arar, yardımcı olmaya çalışırdı. Buna sebep bu insanlar da kendilerine değer veren devletin bu önemli bürokratını tarifsiz severdi.
Gazetesinden başını yavaşça kaldıran Celal Yılmaz, bir kadınla, bir adamın kendisine doğru geldiğini görünce şaşırır. Sabah sabah bu kim ola ki, diye düşünür. Sabah saatlerinde gelen eden olmadığı için her zaman keyifle, sindire sindire içerdi kahvesiyle birlikte çikolata kokulu piposunu.
“Buyurun, hoş geldiniz, buyurun, buyurun!”
Emel, Celal müdüre dikkat kesilmiş bakarken gözler çakışır bir noktada. Celal Bey, birden düne, okul yıllarına döner, o anda zaman şerit şerit gözünün önünden geçmeye başlamıştır. Emel Hanım, Celal Yılmaz’a bakarken hiç konuşmaz, öylece durur. Birden Celal Yılmaz,
“Emel, Emel, Emel sen misin, gözlerime inanamıyorum, nereden çıktın sen?”
“Benim ya Celal, bu kurumun müdürü olduğunu epey zaman önce Asuman söylemişti, birlikte gelip sürpriz yapacaktık, fakat sürprizi eşim Kemal’le yapmak mecburiyetinde kaldık, konuya binaen hemen gelmek icap etti!”
“…”
Yarım saatten fazla maziyi konuşur iki arkadaş, sonra asıl meseleye gelir Emel. Çocuklarının olmadığını, on yıldır evli olduklarını, ikisinin de çocukları çok sevdiklerini, bu nedenle evlatlık bir çocuk almaya karar verdiklerini nemlenen gözlerle, sesi çatallaşarak anlatır, eğer yardımcı olursa duacı olacaklarını söylerken bu sefer içini çeke çeke ağlar. Yalvaran gözlerle ne olur yardımcı ol, eli boş gönderme bizi, der gibidir adeta.
…
Celal Yılmaz, işleri kolaylaştırmış, bürokratik işlemleri hızlandırmış, kısa zamanda onlara, kara gözlü, kara, kapkara saçlı tek yumurta ikizi, ayırt edilmesi imkânsız ikizlerin evlat edilmelerini sağlamıştır.
Çocuklar üç yaşındadır. Eteği fırfırlı, ekose fistan, ayaklarında beyaz çoraplar var, bu kıyafetleri çok seven Kemal, aynısından bulmak için Mahmutpaşa’yı ters getirir, muhakkak bulurdu, eteği fırfırlı ekose fistan.
…
Emel Hanım’la top sakallı Kemal Bey, İkizlerin beslenmesi, ihtiyaçları için saçlarını süpürge etme deyiminin hakikatliğini kanıtlarcasına her bir şeyi tamam etmişler, fakat İkizlerin okulla, okumakla alakaları olmadığından okumak, okula gitmek adeta işkence gibi gelmiştir. İlkokulu Pirireis İlkokulu’nda okuyan İkizler, aynı binada eğitim veren Pirireis ortaokuluna devam etmemişler, ilkokulu bitirdikten dört yıl sonra çalışma hayatına bir tekstil atölyesinde başlamışlar. Çalıştıkları işyeri Pirireis İlkokulu yolu üzerindeki bir atölyedir. Beş yıldır, herkesi şaşkına çeviren bir disiplinle işlerini savsaklamadan çalışır İkizler. Her gün aynı saatlerde işe gidip gelmişler, kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmadıkları gibi kimseye de saygısızlık yapmamışlar, herkese yardımcı olmaya çalışan iyi birer yurttaş olmuşlar. Yaşları artık yirmi birdir. İkizlerden birinin adı Yasemen, diğerinin adı bir sesli değişimi ile Yasemin’dir. Adlarındaki bu kadar benzerlik, görünüş olarak da hemen hemen aynıdır. İlk yıllar birine ne alınmışsa, aynısı diğerine de alınmıştır, fakat sonraki yıllar aynısını bulmak bazen mümkün olmadığından Kurtuluş’taki kadın terzisi Luset’e diktirilmiştir giysiler.
Bayan Luset’e sadece Kurtuluş’ta bir kadın terzisi olarak bakmak, eksiktir, yanlıştır. O bir kadın terzisinden çok ötedir. Bu ötelik güzellikte ve kişiliktedir. Onun kalın kaşları, simsiyah kirpikleri, yanım yanım yanan kahveyi gözleri, öz güvenin zirvesinde, yüce dağların doruklarındadır. Güzelliğinin farkında olduğundan konuşmasıyla, tavırlarıyla herkesi kendine hayran bırakmıştır. Fakat o, kimseye umut vermediği gibi, araya koyduğu mesafe ile kimsenin o mesafeyi aşmasına da imkân vermemiştir. Okşanmaya hasret göğüsleri, isyan ateşini yakmış, başkaldırmıştır adeta, statükoya. Göğüslerden aşağı ince, ipince bir bel, kavranmayı beklerken, dolgun yuvarlak basenleri ne aşağıda ne yukarıda Heykeltıraş Memet Türkoğlu’nun keskisi ile düzeltilmiş gibidir. Dolgun basenler, dolgun bacaklarla alımını yukarı taşırken, mavi kot pantolonun içinde durmadan dans etmektedir sanki.
Yasemen’le, Yasemin işyerinin karşısındaki Pirireis Ortaokulu Fen Bilgisi Öğretmeni Birkan’ın aynı saatlerde karşısına çıkmakta, Birkan hangisine bakacağını şaşırmakta, şaşırmakla kalmaz, acaba kim, kimdir ayıramaz bile. Yasemen’le Yasemin ikisi birlikte aşıktır ona, hem de aşık; körkütük bir aşktır bu! Birkan 77 numaralı belediye otobüsünden İplikçi durağında iner, durağın karşısındaki Kasımpaşa Halk Pazarına uğrar, fiyatlara bakar fiyatları kıyaslar nereden ne alacağını belirleyip akşam eve giderken tez çabuk alışverişini bitirdikten sonra halk ekmek büfesinden de ekmeğini alarak, otobüs durağına gider, 77 numaralı otobüsü beklemeye başlamadan duraktakilere 77 numaralı otobüsün yeni gittiğini öğrenirse durağın yanında olan muhtarlık binasına uğrar, Muhtar Ali Amca ile dereden tepeden laflardı biraz.
Birkan okula doğru yürürken, sol yandaki iç içe geçmiş tenekeli evleri, camlarından çıkarılmış soba borularını, kara zift gibi kalorisiz ağaçlı kömürünün dumanları göğe doğru ağarken dumanla birlikte insanların kaygıları da böyle dumana binip gitse, ne güzel olur, derdi kendi kendine. Rüzgârsız günlerde İstanbul’un, Kasımpaşa’nın üstüne abanan kömür kokulu ağır, insanları nefessiz bırakan hava, nefes almalarını imkânsız hale getirir.
Hacı Ahmet’e çıkan yokuş başında yan yana iki küçük işletme vardır. İkizler bu işletmelerden birinde çalışmaktadır. Okulu geçtikten sonra yolun sağında solunda irili ufaklı üç beş işletme daha vardır. Mahalle aralarına kadar gelen küçük işletmelerin gürültüleri, okula giden öğrencilerin şamatalarına karışıp giderken, kakofonik sesler mahalleye, Pirireis’in bahçesindeki Pir Hüsamettin türbesine, oradan Kurtuluş’a doğru uzayıp gider. Okulun bitişiğindeki Kömürcü Şehmus’un belediye encümeninde üye olmasına sebep tozlu kömürleri mahallelinin başının belasıdır. Hele bir rüzgâr esmeye görsün, kara bir toz bulutu oradan oraya savrulur, savrulup giderken evlerin kömür karasına çevirir. İşte o zaman mahalleli ağızını doldura doldura küfrederler ki, ne küfür, gün güneş görmeyen küfürler…
Birkan Öğretmenin bahçe nöbeti olduğu günlerde Yasemen’le, Yasemin fırsat buldukça atölyeden dışarı çıkıp Birkan Öğretmene bakar. Adlarının bir harfinin farklı olmasından başka her şeyleri aynı olan İkizler, kara gözlü, kara kaşlıdır. Kızlarının âşık olduğunu Kemal Bey’le, Emel Hanım da bilmektedir. Birkan’ın açmazı ikisine birden âşık olmuştur, iki kardeşi birbirinden ayıramaz, bir harften başka her şeyi ile tıpa tıp aynıdır. O hangisi ile hayatını birleştirecek, hangisine “ömrüm ömrün, yolum yolun olsun,” diyecek, bilemez…
Birkan Öğretmen bayram konuşmalarının değişmez ismidir. Trabzonlu müdür, her bayramda ona verirdi bayram konuşmasını. Yine bir bayram gününde Birkan Öğretmen büyük bir coşku ile bayram konuşmasını yaparken içinden de Yasemen’le Yasemin’i, Kuzey Deniz Saha Komutanlığının karşısındaki Kafkas Pastanesine davet edecek, “ilanı aşk” yapacaktı. Yapacaktı yapmasına da hangisine, ikisine de birden aşkını ilan edemeyeceğine göre? Giyim kuşamlarından tutun da seslerine, saçlarının rengine, saç tarama modellerine, konuşmalarında vurgu tonlamalarına kadar tıpa tıp aynıdır; Birkan müthiş bir muammanın içindedir. Yalnızca bir sesli harf farkından başka her şey tıpatıp aynıdır. Bu açmazı bir sözelcinin çözme ihtimali imkânsızdır. Ahmet Ümit’in roman kahramanı Baş komiser Nevzat bile çözemez bu muammayı. Bu çok bilinmeyenli denklemi, polisiye romanlar yazan Agâhta Christie’yi mezarından çıkarsak bile, o da çözemez. İnsanın beynini patlatacak bir mesele, bir sesli harf dışında her şey aynıdır. Birkan bu iki kızdan hangisine aşıktır, hangisini sevmiştir, bu iki kız da deli gibi sevmiştir onu. İkisi de başlarını yastığa koyar koymaz, Birkan karşılarına geçer, “sen benim ömrümsün, sen benim yaşama sevincimsin, sensiz bir hayat, hayat değil bana…” Birkan bu iddialı sözleri aynı anda ikisine de söylemektedir. İkisi de Birkan’a “ya benimsin ya da kara toprağın,” deyip açıkça tehdit etmektedir sanki onu…
O ikisini de sevmiş, ikisine de kör kütük âşık olmuştur. Hangisiyle hayatını birleştirecektir, ikisi de aynı derecede onu sevmiş, o aynı derecede ikisine de âşık olmuştur. İkisinin de kendine ideal bir eş, ideal bir eşit olacağını bilmektedir; fakat…
İlahi anlatıcı, tanrısal bir anlatıcı olarak beni bile sıkıntılar bastı, varsın bu hikâye sonuçsuz kalsın, sevgili okur kendi kafasından kendince bir sonuç yazsın, onu okurun engin hayal dünyasına bırakıyorum. Sevgili okur yazdığın sonuç, belki burada paylaşılmaz; inşallah mutlu bir şekilde sonuçlanır, öyle olmasını çok istiyorum…
Diyeceksiniz ki, Emel Hanım’la Kemal Efendi’ye ne oldu. Onlar kızlarının yaşamını kimseye anlatamayız deyip İstanbul’u terk etmiş, kimsenin tanımadığı diyarları mesken tutmak için başlarını alıp gitmişler…
Ekim 2022 Salihli