Jandarma, Nazan Özen
Heykel gibi dikildi karşıma. Çalı yığınına benzeyen kaşlarının altında, daha önce o gözlerde hiç görmediğim, tuhaf, manasız bir bakış vardı.
…
Baştan ayağa siyah giyer. Mantosunun bittiği yerden iki sopa gibi bacakları görünür. Başörtüsünün uçlarını çenesinin altında birleştirir, sol eliyle ama hep sol eliyle ( o el oraya yapışık diye düşündürecek kadar) sıkıca tutar. İğne taksan diyesi geliyor insanın da neme lazım. Onu bu garip görüntüsüyle kabul etmek benim için daha güvenli. Bu kıyafet onun üniformasıdır.
Kırmızı badanalı, derme çatma bir evde yalnız yaşıyordu. Kalabalık evlerin, çay bardağının içinde şıngırdayan kaşıkların, boya kalemleriyle çizilen duvarların, dibini bulan yemeklerin hayaliyle yaşadı hep. Çok arzu ettiği, nice geceler teheccüde kalktığı, methini duyduğu her doktora koştuğu halde anne olamamıştı. Eşini de ismi lazım değil, hastalıktan yitirince bir başına kaldı. Yalnızlık kapıya bacaya koyulacak şey değildi ama elden bir şey gelmezdi, destursuz misafirini mecburen içeri buyur etti. Bir müddet alışmaya çalıştı bu duruma. Belki ısınabilirlerdi birbirlerine. Her şey insanlar içindi ne de olsa. Umduğu gibi olmadı. Hadsiz misafir, edebiyle bir köşede oturacağı yerde evdeki eşyalara, duvarlara, halılara, perdelere, kıyıya köşeye bir örümcek gibi ağ atıyor evin içinde ne varsa sinsice ele geçiriyordu. Bu ev ikisine dardı artık. Yalnızlık avını yakalamış, karnını doyurmuş, zevkten dört köşe bir halde evine çöreklenince o da kendini sokağa attı.
Dışarı çıkmak için her fırsatı değerlendirdi, olmadı bahane yarattı. Cenaze olur, tanısın tanımasın kaçırmaz gider, düğün olsun başköşeye kurulurdu. Fırına gidersin yoluna çıkar. Pazara varırsın, bakarsın az ötede domates seçiyor. Bankaya uğrarsın, senden evvel sıra almış. Mahallenin haber kaynağıdır da bu yüzden. Yeni açılan tuhafiye kimdir necidir o bilir, neyi ucuz neyi pahalı veriyor ona sorulurdu. Bakkalın iki eşli olduğu ilk ondan duyuldu. Evinin arkasındaki boş arazide buluşan genç âşıkların korkulu rüyasıydı. Gördüğü gibi eline geçirdiği sopayla peşlerine düşer. Nefes nefese koşarken bağırır bir yandan:
“Kaçmayın gelin buraya! Utanmıyor musunuz uluorta öpüşmeye, sizi gidi ahlaksızlar! İyi ki çocuğum olmamış benim. Sahip çıkmayacağınız çocuğu doğurmayın kardeşim!”
Bu yüzden adı Jandarma’dır.
Dışarıda geçen günü, bir komşuda akşam oturmasında tamamlardı çoğunlukla. Onayından geçmiş, tarafınca belirlenmiş evlerin müdavimiydi o. Tıkırdatır kapıyı, bir kerede duydun duydun ikinciyi asla vurmaz, kapı açılınca da kulakların duymuyor mu artık senin, diye inceden bir fırça atardı. Üniformasını çıkarır ev sahibine emanet ederken tembihlerdi,
“Aman kırışmasın.”
Her ziyaretinde tercih ettiği, o geldiğinde doluysa hemen boşaltılan tekli bir koltuğa otururdu. Selam kelamın ardından, taze havadisi varsa konuşmaya açar sonra da odadaki canlı cansız her şeyi, duvarda asılı tabloları, perdeleri, sehpaları, insan yüzlerini uzun uzun süzerdi. Bakılan şeyi burnunun dibine kadar yaklaştıran sonra sahibine, onları en ince detayına kadar inceleyebileceği görüntüler sunan bir dürbüne dönüşürdü gözleri. Ev sahibi bu durumun bir temizlik kontrolü olduğunu bilirdi. Ziyaretlerini kısa tutar, en fazla iki bardak çay içer kalkardı.
Onunla her karşılaşmamda buz kesiyorum. O sormadan nereye gittiğimi söylüyorum. Mecbur bırakıyor bakışları çünkü. Bazen onun hakikaten mahalleye atanmış bir görevli olduğunu düşünüyorum. Evlerde, mahallede, civarda asayiş yerinde mi diye düzenli kontroller yapan, vazifesini yerine getirince de üssüne dönen bir görevli…
Bir gün sokağı süpüren belediye çalışanıyla kavgaya tutuştuğunu gördüm. Çenesinin altında konuşlanmış eli ağızdan fırlayan bağırışlarını zapt etmeye uğraşırken, diğer eli bir koro yöneticisi edasıyla bir iniyor bir kalkıyordu.
Yaklaştım.
“Ne oldu,” diye sordum.
“Ne olacak,” dedi. “Apartmanın sahibi belediyede bilmem ne müdürü diye, adamın kapısının önünü temizliyor kaç saattir. Biz vatandaş değil miyiz? Vergi toplarken vatandaş oluyoruz, unutulmuyoruz ama.”
Turuncu tulumun içinde kaybolmuş ince yapılı adam, fırçasının sopasına dayanmış kadına bakıyor arada da fırsat bulursa kendini savunuyordu.
“Bana niye bağırıyorsun teyze, ben de emir kuluyum.”
“Bana bak, o kulakları havaya boşuna germemişsin, her şeyi duyayım diye açmışsın yanlara, o halde bu dediğimi es geçme. Makam koltuğunda oturana değil bu mahallenin insanına çalışacaksın, onların kulu olacaksın. Bir daha aynı şeyi yaptığını görürsem seni şikâyet ederim ona göre.”
Sakinleşmemişti, yüzü alev alevdi. Söylene söylene uzaklaştı.
…
Heykel gibi dikiliyor yine karşımda. Çalı yığınını andıran kaşlarının altında alışık olmadığım bir bakış var. Onu hiç böyle savruk görmedim daha önce. Hani yağmurdan ıslanmış, aç bir kedi medet bekler, yalvarır gibi bakar ya insana, aynı öyle bir halde. Bu kadının nesi var? Nerde o konuşmadan, karşısında çözüldüğün kadın?
“Neyin var senin Emine teyze, hasta mısın?”
Koyu mavi gözleri parladı birden, kedi oldu sokuldu dibime.
“Beni tanıyor musun?”
Kalakaldım. Acaba bana bir oyun mu oynuyordu, bu işte bir gariplik vardı.
“Tanıyorum tabi, sen beni tanımadın mı?”
Bir an durdu düşündü,
“Tanıyamadım kızım,” dedi mahcup bir edayla.
“Sen benim nerde oturduğumu biliyor musun?”
Şaşkındım, kekeledim,
“Biliyorum,” dedim.
“Allah rızası için beni evime götür kızım. Saatlerdir dolanıyorum, sokak sokak gezdim bulamadım. Kayboldum ben kayboldum!”
Başörtüye yapışık eli çözüldü yana düştü. Yanaklarından ince ince damlalar iniyordu.
Dondum, yerime çakıldım. O ise buzdan bir heykel gibi eridi gitti gözümün önünde.