“Sonu bir intiharla bitecekti, çünkü orada aşk yoktu”
Hatice Eğilmez Kaya
Kırılan Kar Sesi* Tuğrul Keskin’in birinci baskısı 1988 yılında yayımlanan şiir kitabı. Yirmi yedi yaş ve öncesinin şiirleri. Gençliğin coşkusu ve seksen sonrasının düşünsel sorgulayıcılığı iç içe. Kitap iki bölümden oluşuyor: hançer saplanışları ve kan taneleri. Ve bu iki bölümden önce, diğer şiirlerden bağımsız bir şiir: ışıklar sönünce ağlarım. Şiirlerin ortak paydaları lirizm ve keder. Yalnızca kendisi adına değil başkaları adına da içlenen bir şairin duygu ağırlıklı dizeleri ile örülü şiirler her biri. Kırılan Kar Sesi’ni işitecek ve işittirecek kadar üstelik.
Kırılan Kar Sesi’nin izleğinde toplumcu gerçekçi genç bir şairin portresini gözlemlemek mümkün. Aşkla, itirazla, isyanla, kederle, özlemekle, başkalarının acılarına ortak olmakla biçimlenmiş bir portre:
Tuğrul Keskin birey olabilmiş; topluma, insana, dünyaya ve varoluşa kendine özgü, fotokopi olmayan bir bakış açısıyla bakabilen bir sanatçı. Edindiği sanatçı duyarlığı ortak bilincin, insan soyunun çağlar boyunca oluşturduğu etik değerlerin doğrultusunda gelişim gösterir. Sergilediği şair duruşuyla; toplumsal ve evrensel duyarlık geliştirebilmiş yeni insanı, bireyi merkez alır, şiirinde insanı önceler. Ona göre insan sayısız olumsuzluğa yurt olsa bile bir o kadar -belki de çok daha fazla- güzelliği barındırır. Gizli saklı değil, ayan beyan kapitalizme karşıdır. Barışı önceler, dilde ve özde halkçıdır.
Toplum ve birey iç içe katmanlardan oluşurlar. Bedenin deriyle olan birlikteliği kadar zorunluluk ve benzerlik içeren bir bağla varlıklarını sürdürmektedirler. Fakat zaman zaman aralarında çelişkiler de boy gösterir; toplum bireye, birey de topluma karşı duruş sergiler. Kırılan Kar Sesi’nde de şair, dize aralarından hem birey olarak hem de toplumun ve insanlığın bütünselliğini temsil ederek seslenir okuruna.
Tuğrul Keskin neşeden çok hüzne yakındır. Gerçekte de dünya üzerinde gerçekleşen olgu ve olaylar; gönendirici, yüzleri güldürecek olgu ve olaylardan çok karamsar ve kötücüldürler. Şair uzak şehirlerde ışıklar sönünce ağlar, çünkü akşam hüznün anakarasıdır. Peki neden ağlar Keskin? İnsanlar sürüldüğü, insanlar öldüğü için ağlar. Fahişe kadınlara ağlar. Yasaklanmış bayrakları, sevgilileri, yenilmiş değerleri, yakılan kitapları, albümlerde parçalanmış binlerce yüzü anımsayıp ağlar. Uzak şehirlerde insanlar; liman işçileri, kaçak göçmenler ölünce ağlar… Sevgilisi ve dostları için de… Yaşadığı öylesine büyük bir acıdır ki şair ancak, “yüzüm kana bulanır gözlerimden bıçaklanırım/ uzak şehirlerde ışıklar sönünce/ nerden gelir bilmem bir keder ki hep olur.” diyerek anlatabilir. (s. 8)
Çıkara dayalı, vermek eğiliminde değil daima almak eğiliminde olan bir döngü var çevremizi kuşatan, nefes almamızı zorlaştıran. Özellikle “ben” değil “biz” diyenleri rahatsız eder bu döngü. Uzaklara gitmek isteği, içinde bulunulan durumdan hoşnut olmamak duygusu belirir ister istemez hassas bilinçlerde. Hele ki karanlıkların kuşattığı bir ülkede, gündüzleri çalınmış bir dönemde. Hançer, onurlu bir ölümü imler. Şairin kendi göğsüne kendisi tarafından saplanan hançer: “gündüzü yok ömrümüzün al götür beni/ kendi korkunç yalnızlığına sür/ ver saplayayım ya da o hançeri/ o hançeri, göğsümden içeri…” (s. 11)
Gerçekçi ve eylemsellikten yanadır Tuğrul Keskin, rengarenk bir dünya ile oyalanan değil, çevresinde olup biteni sorgulayan bir şairdir. Oysa geniş kalabalıklar vurdumduymaz olmayı yeğlemişlerdir. Böylesi bir dünyadan kovulmak kaçınılmazdır onun için. Kur’an’daki Şuara Suresi şairleri yargılayan bir sure olarak görülür ilk işitildiği ve okunduğundan beri. Bu surenin yeniden yazılmasını isteyen şair, aslında üzerinde düşünülmesini istemektedir. Eleştirilmek, kovulmak pahasına nedir şairlerin görevi? Gökyüzünün allak bullak olduğu bir dünyada yalnızca iyiye, doğruya, sevilen her şeye yönelik özlem yeter mi şaire: “dünyadan kovuldum diye adlıyorum kendimi/ şuara suresi yeniden yazılsın istiyorum/ sense bütün değerleri söylüyorsun boyuna/ (kızıl ve mavi, mavi ve kızıl/ gökyüzü taşınıyor bir yerden bir yere, özlem diyorsun” (s. 13)
İnsanı merkez alan, insana odaklanan Tuğrul Keskin algılarını iyiye, doğruya, hakça olana yöneltir. Onun düşleri bireysel kurtuluştan yana değildir. Kabusları da toplumcu endişelerle yoğrulmuştur. Dostlar, tepeden tırnağa adanmışlık olan bir yolun yol arkadaşları şaire ses verirler; İsmail, Veysel, Ahmet. Ses çoğu kez ışıktır, kandildir aynı zamanda. İnsanların kabuslu zamanlardan geçtikleri, o zamanların ateşiyle yandıkları, baskının ve kitap yakmanın moda olduğu bir dönem, seksen ihtilalinin yoğun baskısı… Şair sokakta ölen, öldürülen herkestir. Bu yüzden veda eder sevgiden yana olan her şeye: “ses verdin ismail ses verdin veysel ses verdin ahmet// uzun kâbuslar yaşıyorum, insanlar yanıyor o ateşte/ her yerde bir baskın modası/ kitap yakma havası herkeste, intihar nöbetleri/ aynı sözü açıyor her sokak, ölüyorum/ ve elveda ey, elveda sevgili olan her şey” (s. 15)
26 Şubat 1984, 1940 kuşağı toplumcu gerçekçi şairlerin en tanınmışlarından biri olan Hasan Hüseyin’in ölüm tarihi. Ülkesinin insanlarını kendisinden çok seven bir şairin ölümü Tuğrul Keskin’in gözlerinin kan içinde kalmasına neden oluyor. Yorulmuş ve sıkılmıştır. Sevdiği insanın adına tutunur süzülüp gitmekte olan şair. Öyle bir dünyadır ki içinde yaşanılan dünya sonsuz kereler yasaklanmalıdır. Çocukların buğulu gözleridir yarına ilişkin umutlar: “süzülüp gidiyorum, adın düşüyor oraya/ yoruluyorum, sıkılıyorum, onları söylüyorum/ bir dünya sonsuz kere yasaklanıyor/ buğulu gözlerinde sabahlıyorum çocuğun/ hasan hüseyin ölüyor, gözlerim kan içinde” (s. 21)
Dünya, görünürde masmavi ve albenili olsa da sayemizde acımasız bir yer. Yaşamanın ölmekten çok daha zor olduğu bir gezegen. Böylesi bir dünyada özellikle ülkeleri işgal altındaki çocuklar çıkmaktadır şairin bilincinde karşısına. Geceyi korkularla eşleştirir. Siyasal ergin ezberletmeye ve kanıksatmaya çalıştığı üzünçler vardır. Bu üzünçler tarihe değil yeni doğan çocukların belleklerine ve ölenlerin mezar taşlarına yazılmaktadır: “sen çıkıyorsun yeniden küçüğüm/ her çocuk işgalindedir zaptiyelerin/ korkulara düşüyor gecenin adı/ üzünçlere düşüyor ve biz/ taşlara kazıyoruz bütün bu olanları/ doğan çocuklarımızın yüzlerine kazıyoruz/ ve ölenlerin mezar taşlarına” (s. 35)
Şiir en çok söylenemeyenleri söyleme işlevini yerine getirir. Çoğu söyleyemediklerimizi dizelere dökeriz. İki cihanda mutsuz hisseder Tuğrul Keskin kendisini. Aynı zamanda git gide tenhalaşmaktadır acımasız bir düzenin içinde yalnız kaldığı için. Başkalarının sesleri bir yılan ıslığına dönüşmekte, ve şairin pencereleri kırılmaktadır. Sevdiği kişinin -belki de çok kısa bir süre- kalbinde konuk kalıp gitmesi de bir keder nedenidir: “söylüyorum, iki cihanda mutsuzum, insanım/ tenhalaşıyorum bir yılan ıslığına dönüşüyor sesler/ pencerem kırılıyor, işte, armağan diyorum sana/ savrulup düşen kan taneleri, konuk olduğun kalbim” (s. 41)
Kalbindekileri üç duyguyla ifade eder Tuğrul Keskin. Hasret, ayrılık ve yalnızlıklar. Zemherinin ortasında karın yağmasını bekleyen bir şehirde sorgular sevdiklerinden ayrı kalmayı ya da bırakılmayı. Şair dostu Veysel’i -Veysel Çolak- uğurlarken içindeki yaşama sevinci, gücünü yitirmektedir. Çünkü şairler en çok dostların gidişlerine üzülürler: “hasret ayrılık ve yalnızlıklar bizedir/ bu akşam belki kar da yağmayacaktır (ama)/ yine de yenik düşecek yalnızlıklardır// geceye koşarken vakit, ayrıldık/ veysel mi beni/ ben mi uğurladım veysel’i” (s. 45)
Kırılan Kar Sesi’nde dizeler son derece belirgin bir özlem duygusu içermekte. Pasif olmayan ve yoğun bir bekleyişle karşılaşıyoruz eserde. Uzaklardaki hatta haritada olmayan ülkelerden birindedir beklediği kişi. Onun gelmesini istemektedir. Şimdiki zamanın hikayesiyle ifade edilen bir zamanda gerçekleşmiştir bu bekleyiş. Şair yalnız değildir, yanında ezilmiş ülkelerin yoksun insanları da vardır: “gelmeni istiyordum, ne çok istiyordum/ Filipinli o asker de gelmeni istiyordu/ sonra bizim balıkçı, nikaragualı çavuş/ hatta o, öteki, daha herkes/ ne çok gelmeni istiyorduk/ ama sen haritada olmayan bütün ülkelerdeydin/ bütün göllerde, bütün kuyularda/ olmayan çınar ağaçlarının altında/ bir kuşluk vakti öldürülmeyi bekliyordun” (s. 51)
Dağlar, binlerce yıldır her biri isyanın kalesi olan dağlar… Şairin de yüreği düşer dağlara, dağlar temizdir oysa şehirler kirlidir. İçinde yaşayan insanların kirli oluşu, yahut kurulan düzendir şehirleri kirleten. O kirli insanların içinde yaşamak ağır gelir Tuğrul Keskin’e. Onlara sırtını döner, ateşlere tükürür öfkesinden. Kalabalıklardan uzaklaşır, tenha sokaklara dalar belki de gecenin geç vakitlerinde. Toplumu sevse de ona kırgın bir şairin öfkesi ve kederi yüzünde okunur: “o dağları dostlarıma bıraktım, şimdi buradayım/ burada, kirli insanların arasındayım/ sırtımı dönüyorum her şeye, ateşlere tükürüyorum/ yüzünü bir maske gibi geçirip yüzüme/ en kuytu sokaklara dalıyorum, en onulmaz saatlerde” (s. 57)
Aşkın bir kokusu vardır kuşkusuz, en çok şairlerin saçlarına sinen. Özlenen sevgilinin göğsünden, uzakta kalan çocukların gözlerinden süzülür. Şairi ağlatır bütün özlemekler, ayrılıklar ve dağlarda vurulan geyikler. Ki onların öldürülüşleri insan soyunun en büyük suçlarından biridir bu tuhaf dünya üzerinde: “aşk kokuyor saçlarım sevgilimin göğsünden kaldırmıştım/ binlerce kilometre uzağında şimdi çocuklarım/ bir maun ağacına yaslıyorum sırtımı ağlıyorum/ bir geyik vuruluyor dağlarda, bir geyik dağlarda” (s. 63)
An, şimdiki zaman olanca acımasızlığıyla toplumların ve bireylerin hayatlarını kasıp kavurmaktadır. Gerçek demokrasi, hakça paylaşım, özgürlük, emeğin yüceltilmesi, insanın insanca ve insanlık onuruyla yaşayabilmesi gibi düşler hep yarınlara kalmaktadır. Bu nedenle sanatçılar gelecekten yana eğilim gösterirler. 20. yüzyıl insanlık tarihi açısından çoğu umudun çürütüldüğü, dünyanın her yönden tüketildiği bir yüzyıl olarak gelip geçti. Milyonlarca insan sermayeden ve sömürüden yana olan gittikçe küreselleşen bir sistemin ya kölesi ya da kurbanı oldu. Tuğrul Keskin işte böylesi bir yüzyılın sonlarında gençlik yıllarını yaşadı. Birbirinden korkunç iki dünya savaşının izlerinin henüz silinmediği, topyekun yok oluşu bile gerçekleştirebilecek kanlı blokların kurulduğu bir çağa tanıklık etti. Ülkesi ve doğduğu topraklar ise yüzlerce yıllık acılarla yoğrulmuştu. İhanetler, pusular, arkadan vurmalar… derken ne çok karanlık yüz çıktı kim bilir karşısına! Kırılan Kar Sesi’nde gelmekte olanı duyumsayış var. Geçmiş zamanların kötümser tecrübelerinin izleri de… Şairi sevebilen, iyilik düşünebilen bir genç olsa da fazlaca iyimser olamıyor bu yüzden. Aşk ve bekleyişler yaralarına merhem olur mu, bilinmez!
*Tuğrul Keskin, Kırılan Kar Sesi, 2. Baskı, Pia Kitaplığı, İstanbul, 1999.
25. 11. 2024 Saat: 02. 02