Kuşku
Ahmet Rıfat İlhan
Gürültüde nasıl uyunabilir, anlamıyorum. Ne o öyle? Tır, tır, tır… Taş kırma makinesi çalışıyor kafamın içinde sanki. Bir de tepemde pır pır edip yakında söneceğini haber veren ışık yok mu? Şu kör olası lambayı, ne zamandır değiştirmediler. Umurlarında mı? Camlara çarpmışım, canım acımış… Yine aynı şeylerin olacağını düşündükçe ödüm patlıyor. Sesimi duyuramıyorum ki bu tekdüze gürültüde! Tır, tır, tır…
Bir rahat da yok yani. Annemle babam, içeride tartışıyor. Yine. Benim yüzümden mi? Babamın sesi giderek yükselirken, yabancı bir ses karışıyor araya. Kalkıp yanlarına gittiğimde babam yaşlı görünüyor gözüme. Annemse gençleşmiş… Sesi çok çıkanın kendi büyüyor, karşısında ezilen küçülüyor mu ne? Aralarındaki kız… Melek mi o? Babam, “Oğlum bak bu Melek,” diyor, “mahalleden…” Hadi ya, tanımıyorum sanki(!) O an, yerin en dibindeki kum tanelerinden biri olmak istiyorum. Bir şey de söyleyemiyorum utancımdan. Kızın yüzüne dahi bakamıyorum. Öyle güzel ki. Çevresine yaydığı ışık büyülü. Derin bakan gözleri, her an öpecekmiş gibi duran dudaklarıyla ele avuca sığmaz bir şey. Hemen fark ediliyor, herkesin içinde.
Melek’e dönüp niye geldiğini soruyorum. O yine her zamanki uysallığıyla, “Seni almaya…” diyor. Yüzümü cama çeviriyorum. Hiç değişmeyen tek ben miyim yoksa bana mı öyle geliyor? Saflığımın ortaya çıkacağından utanıp kimseye soramadığım bir soru bu. Kızdığım kendim mi Melek mi bilmiyorum. “Ben çıkıyorum,” deyip fırlıyorum dışarı. Oradan uzaklaştıkça beklememi söyleyen ses titreşimleri yayılıp azalarak, beynimde sönümleniyor.
Etrafta biraz dolandıktan sonra geri dönüyorum. Annem kapıda. Heyecanlı. Yabancı, genç biri var içeride. “Baban gitti, yerine o geldi,” diyor fısıltıyla, “yeni baban.” Nasıl yani, nereye gitti? Yeni baba da ne demek oluyor anne? Yeni kocam deseydin bari. Ne çabuk benimsedin elin adamını. Aklımdan geçenleri anlıyor sanki annem. Yerde bir şey arıyor pozlarında, başını öne eğiyor. Ne diyeyim… İsyanım, kılçık olup takılıyor boğazıma. Her şeyi kabullenen, neye alışmaz ki? Pisliğinin içinde yaşamaya bile… Hiçbir şeye tepki vermeyen diğerleri gibi olmamı kimse beklemesin benden. Birinin dahi kum tanesinden farkı yok gözümde. Karbon kopya hepsi… Canlılar, yavaş çekim akan zamanın her saniyesi, cansızlar… Aslında, içlerinde saklı gerçeği bulamadıklarından mı sıkıcı herkes? Ne yaşıyorsak o gerçeğimiz mi oluyor? Bu mu hayat dedikleri? Yalnız kalmak istediğimi söyleyerek kabuğuma çekiliyorum.
Yatağa uzanıp uyumaya zorluyorum kendimi. Kum tanelerini sayarken, babamı görüyorum. Gözyaşlarımın, etrafı kapladığını da… Görüntüler bulanıklaşırken kendime geliyorum. Her yer ıslak. Rüya sanmıştım, değilmiş. Bunca gözyaşının içinde nasıl nefes aldığımıza şaşırıyorum. Bizi bu hale getiren ben miyim? Babamın gitmesi ve yerine birinin gelmesiyle başka bir biz olduk artık. Hayattaki cezam bu mu? Unutamamak ve etrafındaki her şey değişirken hep aynı kaldığını hissetmek… Diğerleri gibi benim de unutmam saniyeler sürseydi keşke. Böylece kabullenmem daha kolay olurdu her şeyi. Kendimi suçlamak, üzüntümü daha da arttırıyor. Soru sormamalıyım belki de. Nasılsa anlamıyorum olan biteni.
İçimde kabararak yükselen dalgayı bastırmak için yine uykuya veriyorum kendimi. Çöle atılmış, kurumaya terk edilmişim rüyamda. Kum sarısı, midemi bulandırıyor. Uyanıyorum. Ter içindeyim. Her yer ıslak, her şey bulanık. Taş kırma makinesi, daha büyük bir coşkuyla tır, tır ediyor. Tepemdeki lamba tamamen sönüyor bir süre sonra. Ne hikmetse makine de susuyor. Korkudan soluk alamıyorum ki hareket edeyim. O sesleri duymayı bekleyeceğim, hiç aklıma gelmezdi. Tır, tır, tır… Oh, fazla bekletmedi Allah’tan. Tekrar çalışmaya başladı makine. Işıklar da geldi.
Camın önündeyim. Babamı görür müyüm? Onun artık gelmeyeceğini ilk o zaman hissediyorum. Şu genç adam da neyin nesi? Aman kimse kim! Annem kabullendikten sonra, bana laf düşer mi? Bundan böyle dışarı adımımı dahi atmam ben de. Kabuğuma çekilir, görünmez olurum. Meleği düşünerek uyumak en iyisi…
Uyumak mı? Ne mümkün. Bir yandan tır, tır sesleri, diğer yandan başkaları… Annemin sesi giderek yükseliyor. “Bir rahat bırakmadınız,” diye söylenerek kalkıp içeri gidiyorum. İnanılır şey değil. Genç kocası, iyice mi gençleşmiş ne? Gözüme yaşlı görünüyor annem. Aralarında sessizce duran Melek’e bakarak, “Oğlum bak kim var burada,” diyor, “seni çağırmaya gelmiş kızcağız.” Hiç ses çıkarmadan arkamı dönüyorum onlara. Yalnız kalmak için odama çekilirken, annemi kaybetme korkusu çöreklenip oturuyor içime. O da giderse tutunacağım dal kalmaz şu tuhaf dünyada. Her dönüşünde demirleyeceği, yerinde sağlam duran sakin bir limanı olmalı herkesin. Yeni anne mi? Hayır, asla! Düşüncesi bile korkunç. İçim sıkılıyor. Annemin yanından hiç ayrılmayacağıma kendi kendime söz veriyorum. Tam yerimden kalkıp dışarı çıkacakken, uzun saplı yeşil bir kepçe beliriyor önümde. Ne olduğunu anlamadan içindeyim. O an, anneme verdiğim söz geliyor aklıma.
Dışarısı, geldiğim yerden bile daha sıkıcı. Esaretim bittiğinde, geri döndüğüme seviniyorum. Tır, tır seslerini yine duyduğuma da… Gözlerim annemi ararken bakıyorum, herkes yaşantısını kaldığı yerden sürdürüyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Melek aralarından sesleniyor. Çağırırsa çağırsın, gitmeyeceğim. Yanındaki oğlanı tanımıyorum. Yeni biri mi o?