Kuyu, Nurşen Kaygısız
Sana yazarken sıradanlaşıyor sözcükler. Her biri duygusuzlaşıyor. Soğuyor. Birer taşa dönüşüyor.
Seni aradığımın ayrımına varıyorum. Soruyorum. Kimsin sen? Bir yanıt bulamıyorum elbet. Sen kimsin? Sende aradığım kim?
Kuyunun başına yanaşıyor Nuran. Daha evleneli iki gün bile olmamış. Üzerinde zeytin yeşilinden, yakası çiçekli bir bluz. Esmer tenine pek de yakıştırmış olmalı. Bir adım daha yanaşıyor kuyuya. Aksayan ayağı ağırdan alıyor onu. Doğruluyor durduğu yerde. Aksak olanı çekiyor sağlam olanın yanına.
Saçları artık örülü değil. Beyaz tülbendinin altından savruluyor. Bir elinde bir teneke kova. Diğer elinde bir ip. Yeni gıcır gıcır. Pazardan yeni gelmiş. Hiç kullanılmamış besbelli.
“Sen buralardan değilsin,” diyorum. Ela gözlerini dikip gözlerime bakıyorsun.
“Nasıl bilebildin bunu?” diye soruyorsun.
Sen yokmuşsun gibi ardıma dönüyorum. Gücenik bir sesle,
“Dön,” diyorsun. “Yüzünü bana dön.”
Hüzünlü bakışlarını yerden kaldırıyorsun. Bir kuş üstümüzden uçup gidiyor. Gözlerimizle izliyoruz onu. Belki sen de uçup gitmek istiyorsun ardından.
Kuyunun demir kapağını iki ucundan iki eliyle tutup kaldırıyor Nuran.
“Durup öylece niye bakıyorsun?” diyor Bilal’e. “Gelip biraz yardım etsene. Görmüyor musun?” Sözünün sonunu getiremiyor. Bilal heyecanla,
“Yenge,” diyor. “Sen hiç gelmeseydin de ben doldurup getirseydim suyu sana. Yorulmazdın.”
“Olur, mu öyle şey. Hiç olur mu? Daha dün geldi, bugün ona buna iş buyuruyor, demezler mi sonra?”
Nuran etrafına alıcı gözlerle baktı. Kiminle karşılaşacağını, sonra nasıl tepki vermesi gerektiğini ölçüp biçmeye çalıştı.
“Koca Fatma’nın da testisi artık eskisi gibi soğutmuyormuş. Öyle diyor. Kendi eskimiş gitmiş, testisi mi eskimeyecek. Düşündüğü şeye bak. Güler misin haline. Gülersin.”
Nuran bir kahkaha koyuverdi. Sonra anladı ki bu kahkaha biraz abes kaçtı. Hem etraftan duyanlar da olur. Tülbendinin ucuyla ağzını örttü.
“Abime söyle. Sana yeni bir testi alsın. Soğuk su canın çektikçe içersin.”
Nuran ceviz arasının en uçtaki noktasına dikiyor gözlerini Baygın’ın evinin ardındaki ceviz ağacının dallarına. Sanıyor ki ceviz ağacı aradan çekilecek az sonra. Babası, abileri, anası geliverecek. İçi ürperiyor.
“He. Alır alır Apti. Almaz olur mu hiç?”
Senin kuşu izleyen gözlerine takılıyor gözlerim. Sen hâlâ kuşun kanadındasın. Belki de uçmayı yeni öğrenmiş bir kumru yavrusu gibi korkuyorsun durduğun yerde.
Bilal bir ergen heyecanıyla terliyor önce. Avuç içlerinin ısındığını fark ediyor. Kafasında günlerdir evirip çevirdiği soruyu soruveriyor.
“Nasıl kaçtınız abimle. Nasıl karar verdiniz buna? Ben sizin konuştuğunuzu, anlaştığınızı hiç işitmemiştim. Bırak işitmeyi aklımın ucundan bile geçmedi. Abim alıp seni Hisar’a akrabaların evine götürmüş. Babam homurdanıyordu. ‘Bize niye demedi?’ diye. Gider bir yol isterdik kızı usulünce. Vermediler baktın. O zaman başka bir çare düşünülür diye anama sayıp döküyordu. Anama, ‘Dudu Kızının Ali’nin kızını mı alıp kaçmış?’ diye sordum. ‘He.’ dedi anam. ‘Onu alıp gitmiş. Abileri bulursak bacaklarını kırarız, diyorlarmış. Baban da biraz yılıyor onlardan. Öfkesi korkusundan.’”
“Hele şunun sorduğuna bak. Sen boyundan büyük sorular sorma bakayım.” dedi Nuran Bilal’e sıkılmış bir tavırla.
Nuran’ın tepkisi pek şaşırtmamış olmalı ki Bilal sorunun yanıtı konusunda üstelemedi. Konuyu başka bir yöne çekmeye çalıştı.
“Bırak elindeki kovayı. Bırak, ben çekeyim suyu sana kuyudan. Allah korusun kuyunun içine bakınca başın falan döner.”
Pıtraklar her yeri sarmıştı. Toprağın bu aylardaki konuklarıydı bunlar. Birkaç haftaya kadar şimdi tazecik olan şu sivrilikler iyice sertleşir dikene dönüşürdü. O zaman bu kuyuya varmak, burada bulunmak her zamankinden daha çok dikkat gerektirecekti.
Bilal eline aldığı teneke kovayı kuyunun kenarındaki taşlara çarpmasın diye usulca saldı. Ardından elindeki ipi yavaş yavaş gevşetti. İpi tartı. Kovaya yeterince su dolmamıştı. İpi biraz topladı. Kova havalandı. Sonra hızla bıraktı ipi. Kuyudan kovanın suya çarpmasının çıkardığı ses duyuldu. Bilal memnun,
“Ağzına kadar dolmuştur,” dedi.
Az önceki gibi gayet usul ve özenli kovayı kuyudan çekti.
“Al.” dedi. “İstersen gidebilirsin.”
Nuran Bilal’in elindeki kovaya uzandı.
“Babanların evinin önünde bir kalabalık vardı.” dedi Bilal. “Az önce oradan geçiyordum. Neredeyse yirmi, yirmi beş kişi kadar.”
Nuran şaşkın,
“Ne olmuş ki, niye toplanmış insanlar bizim evin önüne bu saatte?”
Duydukları Nuran’ı hem meraklandırmış hem de endişelendirmişti. Henüz iki gün olmuştu bohçasını alıp evden çıkalı. Gitse şimdi. Gidemezdi ki. Hiç olur şey miydi kaçan kızın iki gün sonra eve dönmesi. Ne kimse yüzüne bakar ne de bir kelam ederlerdi. Kimseyi saymayıp kaçmamış mıydı?
“Gözünü seveyim Bilal. Git bi bakalım köy içine doğru. Bizim oradan geçerken de biraz yavaşla. Dinle bakalım, ne konuşuyorlar? Olan biten ne? Mutlak bir şeyler konuşulur. Duymazsan da kahveye var. Otur bir çay söyle. Kulak kabart bakalım, neler konuşuyor millet? Gelir anlatırsın sonra. Olur mu?
Bilal başını eğdi. Nuran bir parça rahatlamıştı. Biraz sonra iyi ya da kötü ne oluyor öğrenecekti.
Bilal üç beş adım uzaklaştıktan sonra durdu. Nuran’a baktı. Nuran olduğu yerde kıpırdamadan duruyordu.
“Tasalanma.” dedi. “Bir şeyler öğrenir gelirim tez vakitte.”
Bilal uzaklaştı. Ceviz ağaçlarının arasında gözden kayboldu.
“Hadi. Taş atalım içimizdeki kuyuya. Küçük siyah, beyaz, gri çakıl taşları. Eteğimizdeki bütün taşları dökelim. Suyun ve taşın buluşmasından çıkan sesleri dinleyelim. Biliyorsun sözler anlamsızdır. Sesler anlamlı.”
Belki kuşlar uçar üstümüzden. Biz o kuşların teleklerine takılır gideriz.
Kim bilir?
Sen gittin.
Sen gittin de bir ben kaldım içimdeki bu kör kuyuda.
Su mu?
Serap…”