1969. İzmir’in en sıcak günleriydi. Ağustos alevden nefesini kentin üzerine üflüyordu. Meles Çayı’nın iyimser ve bereketli serinliğinde genç bir kadın ayaklarını çaya doğru uzatmıştı. Sarışın, yeşil gözlü, henüz iki yaşına bile girmemiş olan oğlu, yumuşak dere toprağıyla oynuyordu. Kadının gözleri nemliydi. Masmavi gökyüzündeki tek tük bulutları takip ediyordu. Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır alışılıp ezber edildik bir keder ve özlem vardı kalbinde. Burada herkes bir şeylere üzülür, birilerini özlerdi. Karnında bebeği kımıldandı aniden, ben buradayım, dercesine. Elini karnının üstüne koydu, bebeğinin tekmeleri yaşama sevinciydi. Kadın bakışlarını akan suyun derinliklerine yönlendirdi. Tertemiz fakat biraz zayıf akıyordu zümrütten sular. En fazla bir kilometre sonra körfeze kavuşacaklardı.
Oğlu henüz konuşamıyordu.
“Anlatsam beni anlar mı acaba?” diye düşündü Ümmü, “benimle birlikte ağlar mı?”
Oysaki ne ona ne de başkasına anlatacaktı kalbini yakan ayrılık acısını, yıllarca susacaktı. Belki de sonraları, karnındaki kız bebek büyüdüğünde, içinden geçenleri uzun kış gecelerinde onunla konuşabilirdi. Şimdilik suskunluğunun en derin yıllarıydı. Köyünde bıraktığı kızı için ağlıyordu, daha da ağlayacaktı, gözyaşlarını içine akıtarak ömrü boyunca. Kulaklarına durmaksızın sevilmediği için terk edildiğini fısıldayan bir duygu, küçük kızının hiç büyümeyen yüreğinde zamanla en çok sevdiğine ilişkin bir öç alma isteğine dönüşecekti.
“Hey sen, neden bu kadar üzüntülüsün?” diyen tok bir ses işitti. Arkasına dönüp baktı. Görkemli ve yaşlı bir adamdı konuşan. Baştan ayağa bembeyaz giyinmişti; giysileri ne de tuhaftı, saçı sakalına karışmıştı. Gözlerinin olması gereken yerde iki karanlık çukur vardı. Nedense çekinmedi adamdan da gözlerinden de… Yalnızca şaşırdı, anlaşılan o ki adam kördü, üstüne üstlük sırtı ona dönüktü, nasıl görebilirdi yüzündeki gölgeyi?
Öylesine bir an aklı yıllarca geriye gitti. Altı yıl önce, henüz on dokuz yaşındaydı, haziran ayının ortalarıydı, memleketinde patates hasadı vardı. Çalıştıkları tarlanın başında bir adam belirivermişti, hızla onlara yaklaşıyordu, içine tarifsiz bir ürperti yayıldı Ümmü’nün. Üstelik altı yıl sonra terk etmek zorunda kalacağı büyük kızına hamileydi. Bebeğiyle birlikte sevgisi de büyüyordu günden güne.
Adamın verdiği acı haberden memnunmuş gibi bir hali vardı. Daha onlara iyice yaklaşmadan haykırdı:
“Süleyman emmi! Sultan hala! Mehemmed ölmüş, barajdan ölüsünü çıkarmışlar!”
Mehemmed ölmüş, barajdan ölüsünü çıkarmışlar. Mehemmed ölmese iki üç gün sonra askere gedecekti. Henüz yirmi yaşındaydı, incecik çehresinde sakalları bile çıkmamıştı. Karşı dağlar ve tepeler yankılandı, Ümmü’nün elindeki çapa yere düştü, simsiyah toprağa çöktü kaldı, kendisiyle birlikte karnındaki henüz doğmadan yetim kalan bebeği de yere kapandı. Bağıra çağıra ağlamak ayıptı; sessiz sessiz, iplik iplik ağladı. Sultan halanın feryadı sardı dört yanı, Süleyman emmi olduğu yerde suskunca yandı, ateş her zamanki gibi düştüğü yeri yakıyordu.
“Anılar!” dedi yaşlı adam “asla bizi terk etmezler, ta ki sahipleri ölene dek! Yahut bellek işini göremez olana değin.”
Ümmü, “Merhaba amca!” dedi. “Galiba buraların yabancısısın. Giysilerin ve ayağındaki çarık ne ilginç!”
Adam güldü:
“Çarık mı, o da ne!”
“Ayağına giydiğin pabuçlar! Hiç böylesini görmemiştim önceden.”
“Onlar çarık değiller, ben de buraların yabancısı değilim, asıl sen buralıya benzemiyorsun.”
Elindeki asayla Meles’in yukarılarını işaret etti.
“Benim evim çayın kaynadığı yerde, küçükçe bir mağara, mağaralarda zaman durur biliyor musun? Evimin yosun tutmuş taşlarına karşı şiir söyler, destan anlatırım. Melesigenes derler bana, yani Meles’in oğlu. Ben şu saatlerdir karşısında oturduğun çayın çocuğu, ozan Homeros’um, bütün dünya beni ve şiirlerimi tanır, yoksa sen cahil bir köylü müsün? Adımı ilk kez duymuş gibisin.”
Ümmü gerçekten ümmiydi, okuma yazma bilmezdi. Ve adını söyleyemediği adamın dediği gibi köylüydü. Fakat cahil değildi. Cahil ve köylü sözlerinde bir küçümseme sezdiyse de umursamadı. Belli ki kente taşınmak tepeden tırnağa bu demekti.
Kilometrelerce uzak bir köyden gelmişti. Aklına yine, köyünde kendi anne babasına emanet ettiği kızı düştü.
“Gezgin şair nedir, bilir misin?” diye sordu adam.
Cahil olmadığını kanıtlamalıydı. “Evet, biliyorum!” dedi Ümmü. “Ellerinde sazları ile köy köy gezerler.”
“Sever misin onları?”
“Elbette severim, öylesine anlamlı türküler yakarlar ki dinlemeden geçemezsin.”
“Ben de gezgin bir şairim, fakat Türk değilim, türkü söylemem ve saz çalmam. Lir çalarım.”
Ümmü’nün aklına Âşık Veysel geldi. O da kördü. Daha doğrusu dünya gözü kördü. Gönül gözü herkesten açıktı.
İçinden “Bu yaşlı adama derdimi anlatsam mı, iyi kalpli ve hassas birine benziyor” diye geçirdi.
Söze nasıl başlayacağını bilemiyordu.
Meles’in oğlu, “Ne güzel bir çocuğun var, pek de uslu!” dedi. “Bir bebeğin daha olacak galiba!”
Ümmü yine şaşırdı. Bu yaşlı adam görüyor muydu yoksa? Gözlerine baktı, ikisinde de ufacık olsun ışığa rastlayamadı.
“Çok haklısın, şaşırtıcı bir adamımdır. Sadece sen değilsin, taşıdığım yeteneklere şaşıran. Ben gözlerimle değil, kulaklarımla ve sezgilerimle görürüm. Doğa ana son derece cömerttir. Herhangi bir üyesine eksik verdiği duyuları telafi etmek adına, başka duyularını güçlendirerek yaşadığı zorluklara karşı durma becerisi bağışlar. Oğlunun toprakla oynarken çıkardığı seslere normal bir insan kulak kesilmez, bana gelince yaşını bile tahmin edebilirim.”
Ümmü, “aman!” dedi.
“İki yaşında yok, birkaç basit sözcük hariç henüz konuşamıyor, değil mi? Sen daha dur, bebeğin doğduğunda onu kıskanıp tuvaletini söylemeyi bile bırakır, sakın kızma çocuğa! Anneyi paylaşmak bu yaştaki bir çocuk için ağır yüktür.”
Ümmü azıcık ürperdi fakat tedirginlik duymadı, kötü bir insan değildi karşısındaki. Yoksa Hızır mıydı ya da kardeşi İlyas?
Yaşlı adam konuşmasına devam etti.
“Bebeğin kız olacak ve beni sen tanımıyorsun ya, o tanıyacak.”
Ümmü bu kez güzel burnunu kıvırdı, yosun yeşili gözlerini kıstı.
“Nerden bileceksin ki sen? Belki oğlum olur,” dedi.
“Dememiş miydim? Ben Antik Yunan’ın bilge şairi Homeros’um, dünyanın en büyük ve tanınmış şairlerinden biriyim. Kendimden yüzlerce sene önce yaşanan olayları destanlaştırdım. Tanrı bana çok geniş bir hissetme yetisi hediye etti. Sen çok acı çekmişsin, kızım. O çok sevdiğin köyünde değil, bu muhteşem körfez kentinde yaşayacak ve öleceksin. Tıpkı benim gibi. Mezarın kente tepeden bakacak. Kentim seni çok üzecek, ender zamanlarda sevineceksin. Senin sınavın çocukların olacak. Fakat kalbini fazla yorma, çünkü çocukların iyi insanlar olarak büyüyecekler. Eskiden Simirna çok küçüktü. Her şey daha kolaydı o zamanlar. İnsanlık büyüdükçe dünya kirlendi, güzel kentim de… Daha da kirlenecek. Senin çocukların ise belki de hiç büyümeyecekler, etraflarına hep hayretle bakacaklar. Unutma dünyada mutlak sevinç, bitimsiz mutluluk yoktur. Gündüzü gece, yazı kış takip eder. Ve zafer insanların arasında nöbet tutar, neşe ve hüzün, karanlık ve aydınlık gibi…”
Ümmü’nün gözleri dolu doluydu.
“Büyük kızımı çok özlüyorum. Henüz altı yaşında, bana çok ihtiyacı var fakat ben onun yanında değilim.” dedi.
“Biliyorum, uzun yıllar bu böyle devam edecek. Kızının gözleri hep yolda. Gece gündüz seni bekliyor. İleride şu andaki özlemi kadar nefret edecek senden. En çok seni sevecek fakat en çok seninle kavga edecek. Metin olmalısın. O, hep en büyük ve dillendiremediğin pişmanlığın olacak.”
Yaşlı adamın sözleri kurşun kadar ağırdı. Eski bir şiiri ezbere okur gibi konuşuyordu. “Suya bak!” dedi.
Ümmü oğlunu da kucağına alıp Meles’in gümüş rengi sularına baktı. Tertemiz, aynı zamanda da dürüst bir aynaya benziyordu sular. Kendini göreceğini sandı. Yanılıyordu. Köyünü gördü, köyünün pek de kalabalık olmayan meydanını. Yeşil boyalı camisi ona “nereye gittin Sarı Gelin, kızını bırakıp?” der gibiydi. Caminin önündeki çeşme her zamanki halinde, gürül gürül akıyordu. Kızı işte oradaydı, anneannesinin eteğinden tutmuştu, iri ela gözleri küskündü. Anneannesinin de onun da ellerinde birer alev rengi testi vardı. Caminin çeşmesi daima soğuk ve tatlı akardı. Bunun için gelmiş olmalıydılar. Ümmü suya dokunmak istedi. Elini uzattı çaya doğru. Tam dokunacakken her şey fakat her şey silindi. Gerçeklerin ve düşlerin arasında incecik bir çizgi vardı. İnsan denen varlık işte bu çizgide yaşıyordu.
Sessiz sessiz ağladı genç kadın, kucağındaki çocuk suya bakarak,
“Aba!” diye seslendi. “Abam, gel!”
“Ağlama, ağlaman için göstermedim kızını. Sana lir çalayım mı?” dedi Homeros. Ses tonundan belliydi, Ümmü’yü üzdüğünün farkındaydı ve onu teselli etmek istiyordu. İnce ruhlu bir adamdı doğrusu. Aksi düşünülemezdi zaten. Yumuşacık bir kalbi olmasa onca güzel sözün altına imzasını atabilir miydi? Eski Simirna’nın ölmeyen şairi.
Ümmü gözyaşlarını yemenisinin ucuyla silerek “çal!” dedi. Melesineges sırtındaki çantayı eline aldı, içinden bir müzik aleti çıkardı. Genç kadın daha önce böyle bir müzik aleti görmemişti. Yedi telli, küçücük bir şeydi. Yaşlı ozan çalmaya başladı. Harika bir tını yükseldi göğe, ağustos bulutlarına uzandı lirin evrensel nameleri. Ve dokunaklı bir ses tonuyla, ağlarcasına şunları söyledi adam:
“İnsanların soyu da yaprakların soyu gibidir
Rüzgâr kimi zaman onları yere saçar ve kimi zaman da
Bahar onları yeşil dalların üzerinde filizlendirir
İnsanların soyu da böyledir işte,
Bir taraftan filizlenir, diğer taraftan silinip gider!”
Doğudan aşina bir rüzgâr esti, kokusu genizleri dolduran güzelim Akdeniz’e doğru. Çevredeki ağaçların yaprakları yaklaşan güz günlerini anımsayıp üşüdüler, genç kadın gözlerini yumdu, kucağındaki çocuğu bağrına bastı.
“Artık sendeyiz ey İzmir, sen de bizde!” dedi.