Modern Zamanların Savaş Çocuklarına Dair İmgesel Bir Eser: Düşkıran Sarkacı
Hatice Eğilmez Kaya
Düşkıran Sarkacı’nın adından da anlaşılacağı üzere imge yoğunluğu oldukça yüksek. İnsan, düş kurabilen ve aynı zamanda da düş kırabilen bir varlık. Bizler böylesi imgesel bir sarkacın kah bir ucunda kah diğer ucunda düş kurmak ve düş kırmak arasında hiç durmadan gider geliriz. Bazen düş kurar, bazen düş kırabiliriz hepimiz.
Yol tutucular -kamyon şoförleri- arasında Dorse İsmail olarak anılan genç bir adamın sondan başlayan uzun öyküsü, ömrünün onlarca hata ile örülü dönemeçleri Düş Sarkacı’nın ana konusunu oluşturuyor. İsmail Karadenizlidir, yaşlı anne ve babasının köyünü para kazanmak için terk eder. Çocukluğunun da geçtiği köy, yazarın “karbon kokulu şehir” olarak nitelediği kente hem çok yakın hem de yıldızlar kadar uzaktır. Bazen çok özler, bazen unutmak ister orayı. Onun için köyü çocukluğu demektir, aynı zamanda da yoksulluğu.
İsmail’in en büyük, belki de tek hayali henüz küçük bir çocukken hayran kaldığı kamyonların bir benzerine sahip olmaktır. Hayaline kavuşmak için sayısız doğrusunu üzerinde hiç mi hiç düşünmeden terk eder. Yaşadığı terk etme evresi öylesine yavaş ve öylesine habersiz geçer ki kaydettiklerinin farkına bile varmaz. İlkin babası, ardından annesi ölürler. Karanlık adamlarla karanlık işlere girer. Petrol kaçakçılığı, yasadışı taşımacılık işleri derken düşlediği kadar para kazanır. Bu arada hayatındaki tek temiz sayfa annesine hediye almak için girdiği dükkânda Nevin’le tanışmasıdır. İki gencin karşılaşmaları zaman içinde evlilikle sonuçlansa da ters giden bir şeyler vardır ki hiç kimse tarif edemez. Belki de bu, paranın kirletme gücünden başka bir şey değildir.
Aynı zamanda bir şair olan İhsan Sönmez merak unsurlarıyla zenginleştirilmiş eserinde sık sık şiirsel anlatımlara başvurur. İsmail’in içinde filizlenen aşkı betimlediği bir bölüm böylesi örneklerdendir. Aşk, doğası gereği dokunduğu her kalbe ışıltı katan, bir o kadar da yakan, dünyanın en güçlü tılsımıdır. Bu evrensel ve hayatın ta kendisi kadar kutsal duyguyu resmetmeye çalışmak da tüm sanatçıların yadsınamaz aynı zamanda ötelenemez görevi: “O gün karbon kokulu şehri birden parfüm kokusu sardı. Deredeki iri pullu sazanlarla yüzmek istiyordu. Demiryolunun raylarını damarlarına döşedi, tren vagonlarına rüyalarını yükledi. Bir kızı sevince yaşadığı şehir de güzelleşiyordu. Cüruf dağlarında menekşeler açıyor, isli çatılardan sarmaşıklar sarkıyordu. Bütün vitrin mankenleri Nevin’di. Sokak lambaları bile güpegündüz Nevin yanıyordu.”
1980 İhtilali’nin öncesi, gölgesinde geçen hummalı yıllar ve sonrasında yavaş yavaş palazlanan liberal, yarım yamalak dindar bir kesimin yükselişi eserin zaman akışını oluşturmakta. Başkahramanın delikanlılık ve yavaş yavaş yetişkinliğe geçiş aşaması, dalgalı bir denize benzeyen, suları neredeyse hiç durulmayan ülkemizin de karmaşık yıllarına denk gelir. Eylül ayının yaza veda anlamı taşıyan günlerinden birinde kopar fırtına. İşin ilginç yanı kopacak fırtınadan İsmail’in çevresindeki karanlık insanların haberi vardır. İşlettikleri benzin istasyonunu apar topar kapatıp kazandıkları kirli paraları kendi aralarında paylaşırlar. İsmail ihtilal sonrasındaki git gide zenginleşen hayatına bu parayla temel kurar. Hayat bazı memleketlerde karmaşık ve yorumu güç düşlere benzer.
İhsan Sönmez, “Korkunun, düşünceye yaklaştığı yaşam ikliminde mutluluk kişiye bir hayli uzaktır.” diyerek başlıyor söze. Bu cümle aslında Düş Sarkacı’nı özetler nitelikte, İsmail ve elbette çevresindeki neredeyse herkes mutluluğu asla yakalayamaz. Nedeni pek de farkında olunmayan bir korkunun ve belirsizliğin soyut fakat etkin atmosferinde yaşamak olsa gerek. İnsanlar hür yaşadıklarını zannettikleri halde hür değildir, tuhaf bir döngünün içinde savrulup dururlar. Siyasi belirsizlikler, sosyal depremler kişilerin bireysel hayatlarını da kuşatan kesif hava gibidir. İnsanlar pek de anlamlandıramadıkları bir yoksunluğun etkisiyle serpilemezler, hatta sağlıklı nefes alamazlar. Seksenli yıllar işte bu atmosferde akar gider. Etkileri ise uzun bir zaman dilimine yayılır.
Nevin ve İsmail’in aslında mutlu yaşanması beklenen evlilikleri; İsmail’in hoyratlığı, Nevin’in pasif karakteri nedeniyle arazlı başlar ve yine arazlı devam eder. Böylece yaşadıkları ev, gizli bir savaş alanına dönüşür. Oğulları Burak içine doğduğu dünyanın neyliğini ve nasıllığını bile kavrayamadan kendisini bu izbe savaş ortamının tam da ortasında bulur. İnsan nesli, tıpkı diğer canlılar gibi yaşamaya ve ayakta kalmaya kodlanmıştır. Bizler söz konusu hayata tutunmak olunca her türlü zorluğa direniriz, elbette gücümüzün en sonuna değin. Burak da öyle yapar; çevresini kuşatan görünürde zengin ve olanaklarla dolu, gerçekte ise kasvetli ortama direnir. Çocuksu sevinçlerden, taze umutlardan beslenmeye çalışır fakat nereye kadar!
Bu güzel, bir o kadar da zorlu gezegende dayayıp döşediğimiz evlerde bizler sadece nefes alan kişiler adedince kişinin yaşadığını sanırız. Oysaki bizimle birlikte yaşayan bir dördüncü, bir beşinci, bir altıncı ya da bir yedinci kişi mutlaka vardır. O da bizimle birliktedir hep, gözlerimize asla görünmese de kederimizi veya neşemizi çoğaltır. Bu artı kişinin silueti de bizim birbirimize davranışlarımızla şekillenir. Eğer rüzgâr ekersek fırtına biçmemize, gülfidanı dikersek bahçe kurmamıza katkıda bulunur. Üstelik onun katkısı misliyledir: “Bir anne, bir baba, komşular, okul yöneticileri, hurafe tüccarları, bir çocuğun mayasına akrep zehri, hayal kırıkları, sosyal sevgisizlik, şiddet, merhametsizlik ve yalan tozu katarak bir ucube yaratmıştı. O dördüncü kişi; yemiyor, içmiyor, beslenmiyor ve nefes almıyordu. Neye benzediğini düşünmek ve resmini çizmek bile imkânsızdı. Burak’ın suskunluğunda yaşıyor, sırtındaki izde yürüyordu. Ne bir insana benziyordu ne de hayvana, acı neredeyse orada çoğalıyor, çoğaldıkça iyi ve güzel olan her şeyi tüketiyordu.”
Burak okulda “Büyümek İstemeyen Çocuklar Kulübü’nü” kurar. Birçok arkadaşı da bu kulübe katılır. Onlar aslında çevrelerindeki kirlenmiş ve bozulmuş yetişkinlerin anlamsız mücadelelerinden, taraf olmadıkları savaşlara tanıklık etmekten yorgun düşmüş çocuklardır. Hemen hemen hepimizin düşlerinin kırıldığı, hayat sarkaçlarının yörüngelerinden saptırıldığı anlar vardır. Burak için bu an babasının gittikleri bir piknikte suyun kenarındaki kurbağaları öldürmesi olmuştur. Oysa Burak ve oyun oynamak istediği kurbağalar o kadar masum, habersiz ve güçsüzlerdir ki ancak iyice kirlenmiş bir kalp onlara zarar vermeyi dileyecektir. O günden sonra Burak kendisini “Su Prensi” babasını da büyük bir düşman olarak görür, gerçeklikten kopması ince, yavaş ve derinden olur. Küçük bir çocuğun düşlerinin kırılması hayal edemeyeceğimiz dehşetli sonuçlara yol açabilir kuşkusuz. Öyle de olur zaten. İhsan Sönmez bir trajedinin açmazında en çok bu hakikati göstermekte okurlarına.
Düşkıran Sarkacı’nda üzerinde durulan önemli temalardan birisi de eserin yaşanılan tarihsel atmosferin anlatılması. Dünya sürekli bir devinim halinde. Doğal hayatta yaşanan devinim son derece mükemmel bir denge üzerine otursa da insanların ve onların kurdukları toplulukların devinimleri böyle değildir. Dengeden uzak, kaosun hâkim olduğu, güçlülerin ve güçsüzlerin, ezenlerin ve ezilenlerin adaletten uzak mücadelesinin bir resmigeçididir. Başlangıcından itibaren herkesin kendini haklı ve iyi zannettiği bir karmaşadan ibaret ne yazık ki insanlık tarihi. Yazarın kaleminden 1980’lerin Türkiye’si:
“Soğuk savaşın üçüncü dünya kasırgası Anadolu’yu kasıp kavuruyordu. İdeolojik düşünce farklılıkları; etnik bölücülük, mezhep ayrılıkları, ırkçılık, kökten dincilik ve politik karşıtlık alanlarında çatışma zemini buluyordu. Faili belli veya faili meçhul siyasi cinayetler ve suikastlar gazete manşetlerinden düşmüyordu. Ekonomik çaresizliğin cellât elleri halkın boğazını sıkıyor, hükümetler kuruluyor ve dağılıyor, ülkenin her köşesinden katliam haberleri geliyordu. Şiddet, iç ve dış kışkırtmalarla terörizme dönüşerek, yaşam hakkının yaygın ihlali insani bir utanç olarak hafızalara kazınıyordu. Dini cemaatler, sokak çeteleri, mafya babaları, kaçakçılar her gün güçlerine güç katarak ekonomik, sosyal ve siyasi güçlerini arttırıyor, üniversiteler, fabrikalar, sendikalar işlevlerinden uzaklaşıyordu. Manzarası böyle görünen bir cumhuriyetin; psikolojik, sosyal, ekonomik, siyasal ve demokratik devlet treni, genel güvenlik köprüsü yıkılmış demokrasi demiryolunda uçuruma doğru gidiyordu.”
Şehir yaşantısı, birbirine yabancı insanlar, “Büyümek İstemeyen Çocuklar Kulübü”nün dağılması, büyüdükçe sevgisini yitiren yetişkinlerin hastalıklı ve sevgi yoksunu hayatları, uygarlık denen uyumsuz baloda takılan gelecek çalan hırsız maskeleri, güzel ve mutsuz kadınlar, zenginlikleriyle övünen, yoksulluklarında gocunan erkekler Düşkıran Sarkacı’nın satır aralarından “merhaba” diyorlar bize. Yazara göre sahte bir dünyada oynanan oyunun tek kuralı her koşulda başkalarının hayatından rol çalmaktır. Mutluluk ise başkalarını -en çok da kendilerini- kandıran umutsuz çoğunluğun gösteriş aracıdır.
“İnsanın iradesinden başka, doğanın ve evrenin de gizli bir iradesi vardı. Bundan sonra ne olacağına düş sarkacının içinde sallanan o gizli irade karar verecekti.” diyen İhsan Sönmez dünyada yaşanan milyarlarca onca acının ve olumsuzluğun kaynağını işaret ediyor. Belli belirsiz ima ederek, görmeyi ve anlamayı okura bırakarak hemen hemen tüm şairler gibi. Okuyup sezdirileni anlamlandırmak bize kalıyor. İyi okumalar!