Soğuk Savaş döneminde ABD Başkanı Jimmy Carter’ın uygulamaya koyduğu Carter Doktrini ya da Yeşil Kuşak Projesi, ilk kez Afganistan’da uygulanmış, daha sonra da Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye gibi çoğunlukla Müslüman olan ülkelerde denenen bu proje, Sovyetler Birliği’nin çöküp dağılmasına ve sonrasında tek kutuplu küresel kapitalist bir dünya düzeninin kurulmasına yol açmıştır. Afganistan’dan başlayarak Ortadoğu ülkelerine, Afrika’ya ve Türkiye’ye kadar yayılan bu proje kapsamında ABD ve CIA’nın finanse ve kontrol ettiği Taliban, El Kaide, Müslüman Kardeşler, İşid gibi bu yapılar, daha sonra kontrolden çıkarak birer terör örgütüne dönüşmüştür.
Türkiye’de gerçekleştirilen 1980 12 Eylül Askeri darbesiyle demokrasi rafa kaldırılmış, siyasi partiler kapatılmış, on binlerce insan tutuklanmış, hapislere atılmış, görevlerinden uzaklaştırılmış, sürgün edilmiş ve terör olaylarına karışan gençler idam edilmiş, ülke tam bir suskunluk ve karanlık döneme girmiştir.
İşte bu koşullarda ülkemizde de ABD güdümlü Yeşil Kuşak Projesi, dini cemaat ve tarikatlara ortam hazırlamış, bunların içinde Gülen Cemaati adı altında ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanda örgütlenmeye, devletin kadrolarına sızmaya, laik-demokratik cumhuriyeti devirmeye yerine ılımlı İslam ya da Türk -İslam Sentezi gibi gerici yapıyı hayata geçirmeye yönelik çalışmalar giderek artmıştır. Bunun sonucunda 15 Temmuz 2016’da askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirmek isteyen ABD kontrolünde bu terörist Fetö örgütü amacına ulaşamamış, terör örgütünün başı ve yöneticileri ABD’ye kaçarak sığınmış, bu örgüte bağlı binlerce cemaat üyesi tutuklanmış, haklarında davalar açılarak yasal işlemler yapılmıştır.
Daha sonra 11 Eylül 2001’de ABD’de New York’taki İkiz Kulelere yapılan uçaklı intihar saldırısında üç bine yakın insanın trajik bir biçimde ölmesi sonucu, küresel terörizm konusunda 2004 yılında ABD’nin yönetiminde toplanan G8 zirvesinde alınan karar doğrultusunda BOP adıyla yeni bir proje gündeme getirilip uygulamaya koyuldu. Günümüzde küresel kapitalizm, özellikle Ortadoğu’daki geri bıraktırılmış mazlum halkların uyanışlarını engellemek, bölgenin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel konumunu kendi çıkarları doğrultusunda kontrol altında tutmak, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak ve Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasını sürdürmek amacıyla BOB Projesi’ni hayata geçirmek için her türlü yöntemi deniyor. Irak, Mısır, Suriye, Filistin, Libya vb. ülkelerdeki rejimleri değiştirmek için bölgesel etnik ve dinsel savaşlar çıkarıyor, bu ülkelerin topraklarını işgal ederek mazlum halklarına kan, gözyaşı ve acıdan başka bir şey vadetmiyor. Son olarak İsrail siyonizminin küresel emperyalizmin desteğinde bir yıldır Filistin halkına uyguladığı insanlık dışı vahşeti, dünyanın gözü önünde kırk bini aşkın Filistinliyi çoluk çocuk, kadın – erkek, genç – yaşlı demeden bombalayarak katlettiği gerçeğini yaşıyoruz. Ne yazık ki Filistin halkının yaşadığı bu trajediye birkaç ülke dışında, Birleşmiş Milletler ve onların yöneticileri kayıtsız kalıyor, süregelen bu insanlık dışı vahşete ortak oluyor bir anlamda.
Tuğrul Keskin, toplumcu bir şair olmanın duyarlığıyla insanlık tarihinde zalime ve zulme boyun eğmeyen, isyanın ve direnişin simgesi olmuş tarihsel özneleri unutmuyor, unutturulmaması için de onların zalimlere karşı mücadelesini, direniş öykülerini şiirleştirerek ölümsüzleştiriyor. Bu öznelerin yeniden hatırlanması unutulmaması için… Babek (1990 -2004) adlı yazmış olduğu kitap bunların ilki.
Tuğrul Keskin, tarihsel öznelerin mücadelesini, direnişlerini şiirleştirirken tarihsel ve toplumsal belleğin izlerinin silinmemesi, unutturulması için kendine yeni bir görev çıkarıyor; toplumsal duyarlılığın dibe vurduğu günümüz şiir ortamında sorumluluk duyan bir şair duruşu gösteriyor. Bunun son örneğini Everest Yayınlarından 2014 yılında çıkan Zito i Epanastasis adlı kitabında görüyoruz. İşte bu durumda sanatın ve sanatçının, özelde şairin ve yazılan şiirin her türlü iktidara karşı, hatta kendine bile muhalif olan gücü ortaya çıkıyor. Böylece yaşadığı çağdan; onun tarihsel, sosyal, siyasi ve kültürel işleyişinden sorumlu olan, çağının hem tanığı hem de sanığı olma yürekliliğini gösteren bir şair duruşuna, hem toplumun hem de bireyin dirimsel gereksinimi ortaya çıkıyor. 80 sonrası toplumcu şairlerinden olan Tuğrul Keskin de kendisine bu alanda bir görev yüklüyor. Toplumcu ve sosyalist bir çizgiden gelen şair, barıştan, adaletten, eşitlikten, özgürlükten yana bir duruşla, insanlık tarihinde zalimlere, zulümlere karşı mücadele eden ve antiemperyalist bir duruşla İzmir’in işgali sırasında yurdunu savunan Türk ordusuna karşı savaşmak istemeyen Yunan ordusunda görevli 200 Yunanlı komünist askerin Balçova’daki trajik sonlarını şiirleştiriyor Zito i Epanastasis kitabında.
Tuğrul Keskin, Zito i Epanastasis (Yaşasın İsyan) kitabıyla, İzmir Balçova’da yaşanan bu tarihsel olayı ve Türk ordusuna ve halkına karşı savaşmak istemeyen, bu yüzden de kurşuna dizilerek idam edilen 200 Yunanlı komünist askerin onurlu direnişi için kalemini sivriltiyor. Böylece Yunan ve bizim tarihçilerin pek gündeme getirmek istemediği ya da getirmekten çekindiği önemli bir tarihsel olayı, aydınlığa çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda edebiyatımıza ve toplumsal belleğimize yeniden kazandırıyor.
Kitaptaki şiirler, üç bölümde toplanmış. 1. Bölüm, Alevi- Bektaşi inancına göre yedi büyük şairden biri sayılan 14.yy. Azerbaycanlı Divan Şairi Seyyid Nesimi’den alınan bir beyitle başlıyor. “ Aşkım neşem varlığım, ahdım ile ikrarımdır / Her işimde nefsime hakim olan vicdanımdır” On şiirin yer aldığı bu bölümde ağırlıklı olarak antiemperyalizm vurgusunun enternasyonalist bir bakış açısıyla ele alınarak işlendiğini görüyoruz. Bu şiirler, emperyalist savaşa hayır diyerek sınıf bilincinin yanında vicdanının sesini dinleyerek savaşa karşı isyan eden ve sonunda kurşuna dizilerek öldürülen 200 Yunanlı komünist askere adanmış.
1.Bölümdeki şiirlerde kullanılan dil, ortalama şiir okurunun rahatça anlayabileceği, yalın, sade bir Türkçe ile yazılmış. Daha çok öyküleyici bir anlatım gözetilmiş, zaman zaman benzetmelere, eğretilemelere başvurulmuş. Tuğrul Keskin’in bu tutumu, ülkemizde 103 yıl önce yaşanmış, tarihsel olduğu kadar trajik bir sonla biten bu ibretlik olayı, daha geniş okur kitleleriyle buluşturmak olsa gerek. “ Ege Denizi karardı / uykuya daldı dağlar / ve simsiyah ovalar / acıyla yankılandı / cümlesinde Ege’nin / ateşler yandı /….acıları duyulmadı hiç / ikiyüz isyandaki yüreğin. / ikiyüz yiğit yüreğin / ikiyüz kan içinde yüreğin.” (s.41)
Tuğrul Keskin, ezilen, sömürülen mazlum halkların safında yer alıyor; emperyalist savaşlara karşı çıkıyor, bu savaşlarda katledilen masum insanların acılarına ortak oluyor. “Savaş, zalimlerin binlerce yıllık başarısı / Ah bunca kirle ey dünya nereye / ah bunca kanla ey insan nereye / gömüleceksin söyle hangi dağa / hangi ateşe… hangi suya… hangi… / Mazlum ölüler yürüyor koynuna yine.” (s.52)
Kitabın ikinci bölümü Muhyiddin Abdal’ın “ Sayılmayız parmağınan, tükenmeyiz kırmağınan / Taşramızdan sormağınan, kimse bilmez ahvalimizi.” dizeleriyle açılıyor. Sekiz şiirin yer aldığı bu bölümdeki şiirlerin çoğu hayatını hain saldırılarda kaybeden öznelere adanmış. Örneğin: “ Madımak’tan aşağıya can benim / tut elimden yangına gidelim / yolcuydun san, o ateşe her zaman / dur deme hiç durmak olmaz gidelim /Yanık gidelim can, gidip yanalım” (s.58) Sivas’a Nefes başlıklı şiirindeki bu dizeler, Madımak katliamında yakılarak katledilen Şair Behçet Aysan’a ve 35 cana adanmış.
Yine 10 Ekim 2015’te Ankara’da düzenlenen Barış Mitingi’ne Ulus semtindeki Ankara Garı kavşağında teröristlerin pusu kurarak düzenlediği hain intihar saldırıda hayatını kaybeden düzenlenen 109 can için yazdığı Meçhul Kadın başlıklı şiirinde şöyle diyecektir şair özne: “Ölenler ölerek kurtuldular, kalanlar / Ulus Meydanı’nda öfkeyle kaldık / göz kapaklarımızın ardı o bildik sancı / Ölenler tenimize gömüldüler…” (s.60)
Yine Kemal Okuyan ile Nihat Behram’a adanmış “ Hiç Boyun Eğer mi İnsan” başlıklı şiirde zalime, zulme ve her türlü zorbalığa karşı asla teslim olunmayacağını; şiirdeki her biriminin sonunda yinelenen “Hiç boyun eğer mi insan “ dizesiyle direncin, mücadelenin ve güzel yarınlara olan inancın umut yüklü sesini pekiştirerek okurun da moral değerlerini yükseltiyor şair özne. “ … yeniden bir dünya kurarız kardeşler” diyordu güven içinde soluk alıp veren bir dünya / kaygısız doysun diye canlar kurarız ellerimizle / yeni, yepyeni bir sofrayı kardeşlerimiz için / bilinsin! Gelecek her şeyimizdir ey dünya / emeğimizdir gelecek ki adamışız çocuklara… / Hiç boyun eğer mi insan!” (s.63)
Şair, İstanbul’da başlayıp diğer büyükşehirlere yayılan Gezi Olayları’na karşı da duyarsız kalamıyor ve Çapulcuya Mektup başlıklı şiirini kaleme alıyor. Şiirde Gezi olaylarında yaşananları yetmişli yılların söylemiyle şiirleştirirken iktidarın uygulamalarını da eleştirmeyi unutmuyor. “ Yurdun aslında bir ağaç olduğunu senlen bildim / Gündoğdu’da sevdim küçücük ellerindeki ülkeyi / ve narin ellerinde geleceğini gördüm özgürlüğün / …. Kalbindeki ateş hep yanacak ve yumruklar sıkılı / anlayın ki artık, çapulcuyum “ çapulcusun çapulcu….” (s.73)
Bu bölümün ilginç şiirlerinden biri de “Mayıs Şiiri.” Bu şiir, dünyada işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’ta alanları doldurarak büyük bir coşkuyla kutladıkları birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ın şairdeki izlenimleri ve mayıs ayının belleğinden silinmeyecek olan önemli olaylarına göndermeler yapıyor. 6 Mayıs’ta idam edilen Deniz Gezmişleri, 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgali ve 19 Mayıs 1919’ da Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a ayak basarak Milli Mücadele’nin ilk meşalesini yaktığı günü ve yüzbinlerin kararlı ve dirençli haykırışları ve Tevfik Fikret’in oğlu Haluk için yazdığı ” Bu memlekette bir gün sabah olursa, Haluk…” dizesiyle başlayan “Sabah Olursa” şiirine de tarihi göndermelerle okurun hafızasını tazeliyor bir anlamda. “ ağlayan anne, gülen nar, zıplayan çocukluk / ve altısı ve onbeşi ve ondokuzu mayıs’ın …/ … ve onlarca yıldır haraminin elinde bulunan / haykıracak meydanlarda “ elbet sabah olacak” dayan!/ …. güneşe fırlatılan binlerce ok gibi onbinler yürüyecekler / geleceğin kalbine karanlık biter bir gün! Bu karanlık da bitecek!” (s.75)
Bununla yetinmeyen şair, yakın geçmişe özellikle de Ergenekon davalarına göndermeler ve tutuklamalarla da M. Balbay, Doğu Perinçek,Tuncay Özkan, Soner Yalçın, Ahmet Şık, Nedim Şener ve kadre uğramış bütün canlılar için dediği “Sırtlanın Gözleri” başlıklı şiirindeki “…mahkemeler karartıldı önce, adalet / kapılarda bekliyor artık gaflet dalalet / Fakat ey halkım, sen durmaksızın seyret / yaralı kalbine geliyor sıra, gelecek elbet. “ (s.77) bu dizelerde gelen tehlikeyi bir sis çanı gibi uyaran ve halkın sözcüsü olmuş bir şair özne görüyoruz.
Kitabın üçüncü bölümü yine Muhyiddin Abdal’ın “ İnsan insan dedikleri, insan nedir şimdi bildim / Can can diye söylerlerdi, ben can nedir şimdi bildim” dizeleriyle başlıyor. Bu bölümde sekiz şiirle birlikte, kitapla ilgili Nihat Behram, İbrahim Oluklu, Aydın Şimşek ve Veysel Çolak’ın inceleme- değerlendirme yazıları da “Dediler ki” başlığı altın verilmiş.
Bu bölümdeki şiirlerde şairin, kendi yaşamına, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği Iğdır ve yöresine dair yaşantı ve izlenimleri bir sinema şeridi gibi akıp geçiyor. Bir anlamda elli yıllık hayatının izlerini sürüyor şair. “ Hatırlamak isterim şu an bile iğdelerin kokusunu / ve ansızın dönüşünü ateş böceklerinin kırlara /… Hatırlamak isterim Aras kıyısında mis kokulu yarpuzu / bostanları, şalağı, gülbeseri, üstüne de taş tuzu…” )s.83) Tuğrul keskin, Hayatına dair hatırladıklarını dile getirirken bir anlamda kendi hayatının bir muhasebesini de yapıyor içtenlikle. “ Hatırlamak isterim her dem ürpererek / acılı yıllarını ilk gençliğimin, ilk aşkını / geniş bulvarlar boyunca haykırışını kardeşlerimin / mahpus günlerini, öfkeyi, hatırlamak ve susmak” (s.85)
Tuğrul Keskin, Kan’ama başlıklı şiirde ise, çocukluk ve gençlik yıllarının acı dolu günlerini unutmuyor. Doğu insanının yaşadığı yokluk, yoksunluk, çaresizlik ve unutulmuşluğunu anılarıyla birlikte bir insanlık trajedisine dönüştürüyor bu şiirinde. “ Sokaklar yürürdüğm çamurlu taşlı / upuzun sokaklar kan kan kokardı / Gençtim kızıl devrimci / devrimler devrilir kan içinde yatardım / Irmaklar yüzerdim uzun derin dalgalı / ırmaklar kan olur hep Doğu’ya akardı / Ah yüründü bunca yol, birikti bunca anı / biraz şen, çokça üzgün geçtik o yolları….”
SONUÇ: Tuğrul Keskin, günümüzde çoğu şairin hiç değinmediği, görmezden geldiği tarihsel konuları ve özneleri yeniden gündeme getiriyor bu kitaptaki şiirlerinde. Bunu yaparken bir anlamda mazlumun, ezilenin, hor görülenin sözcüsü olmak sorumluluğunu üstlenen bir şair portresi çiziyor. Bunda da tarihimizde yaşanan ve halkın gözünde bir direniş destanına dönüşen tarihsel ve toplumsal olay ve olgulara yöneliyor. Bunlarla ilgili destanlaşan özneleri, başarıyla şiirleştirip okurun da bilgisini tazeleyip geleceğe daha bir umutla bakabilmesine yeni bir kapı açıyor. Türk şiirinin geçmişine baktığımızda bununla ilgili Şeyh Bedreddin, Köroğlu, Pirsultan Abdal, Dadaloğlu gibi pek çok efsaneleşen tarihsel özneleri görebiliyoruz.
Kitaptaki şiirlerin bütününe bakıldığında, birinci bölümdeki şiirlerde tarihsel ve trajik bir olayı gündeme getirmeyi amaçladığından, daha yalın, anlaşılır bir dil ve biçem yeğleniyor. İkinci ve üçüncü bölümdeki şiirlerde ise şair, benzetmeler, eğretilemeler, telmihlerle anlatımı etkili kılan daha inceltilmiş bir dile yöneliyor. Tuğrul Keskin’in bu tutumu, bize şairin ele aldığı konu ve temayı okuruna en iyi bir biçimde nasıl şiir diline dönüştürülebileceğinin ipuçlarını veriyor. Kitabın bütününde zaman zaman hamasi ve didaktik bir söyleyişle birlikte ince ince işleyen bir lirizmi ustaca harmanladığını da görebiliyoruz bu şiirlerde. Şair, bunu yaparken küresel kapitalizm ve emperyalizmin ürettiği her türlü sınıfsal, toplumsal ve ulusal çelişkilerle birlikte dayattığı verili hayatın günümüz dünya halkları üzerindeki olumsuz etkilerini diyalektik bir bakışla yorumluyor. Emperyalizmin yoksul uluslar ve halklara yönelik ürettiği insanlık dışı zalim politikaları reddediyor. Bunu da şiirin insanı gözeten o iktidar tanımaz, sonsuz yaratıcı gücüyle ortaya koyuyor. Böylece verili tarihin başka bir gözle tersten okunabileceğini de gösteriyor okura.
25.11.2024 / Bornova