Öykü: K-1 Koğuşu, Fatma Türkdoğan
İlk kez ziyaret edeceği için hem endişeli hem de heyecanlıydı. Kontrole gideceklerini söylemişti, hastanede yatacağını söyleseydi imkânı yok evden adım attıramazdı. Öylesine inattı. Annesi doktoruyla hastaneye yatırma işini gizlice konuşmuş ve belli bir tarih için anlaşmışlardı. Birkaç kat çamaşır, eşofman takımı, hırka, yelek, çorap… diş macunu, tarak gibi malzemeleri günler öncesinden hazırlamıştı. Oğlunun sıkıntılarını gidermek için uygun ilaçlar doktor gözetiminde denenecekti.
Oğlunun, hastaneye yatması için yaptıkları ısrarlara çok kızdığını düşünüyordu. Parasız yatılı okuduğu yıllardan beri ilk kez ayrı kalmışlardı, dile kolay tam bir hafta! Doktorunun söylediğine göre onun iyiliği içinmiş… Hastaneye uyum sağlayıp sağlamadığını bilememek, tedavisini takip edememek, kendisine olan kızgınlığının derecesini tahmin edememek bir anne olarak çok üzmüştü onu.
Sevimsiz taş binanın kendisi kadar itici, soğuk ve büyücek bir odası ziyaretçiler için ayrılmıştı. Dışarısı epey kalabalıktı. Endişeli ve özlem dolu gözlerle ziyaret saatinin gelmesini bekleyen hasta yakınları kapının açılmasıyla içeriye hücum etmiş, masa kapma yarışına girmişlerdi. Ailesi gelen hastanın adı ve soyadı çavuşlar tarafından not alınıp sesli olarak okunuyor, odaya açılan başka bir kapının arkasında bekleşen hastalar teker teker içeri alınıyordu. Kapı açılmış genç kadının oğlu ziyaretçi odasına alınmıştı. Gelen genci oğluna benzetti ama o kadar! Hâlbuki oğlu bu kadar zayıf değildi, üstelik saçları çok kısa kesilmişti. Yüzü gülmüyor ȃdeta sendeleyerek yürüyordu. Ayağa fırlayarak oğlunun yanına doğru koşar adım yürümeye başladı. İsmiyle hitap ettiği genç kafasını sese doğru çevirince kanaat getirdi oğlu olduğuna. Defalarca öptü, öptü, öptü… Oğlu aynı sıcaklığı göstermemişti; ince, uzun, içi boş kara bir gölgeye benziyordu. Yavaş adımlarla yürüyerek masanın ucuna gelip iliştiler. Sırtındakiler ilk anda dikkatini çekmiş, canını çok sıkmıştı genç kadının. Her giydiğini kendisine yakıştıran oğlunun kıyafetleri üzerine olmadığı gibi kendisine de ait değildi. Sırtındaki kazağının yıkanmaktan rengi gövermiş, bulgur bulgur tiftiklenmiş, bedenine en az iki numara büyüktü. Altına da bol belini kemerle tutturduğu pantolon eskisi vardı. Saç sakal tıraşı olmuş, anlaşılan banyo da yapmıştı. Annesi şaşkın gözlerle bir oğluna bir de üzerindekilerine bakıp “Kendi kıyafetlerini niye giymedin oğlum?” diye sordu.
“Kendi kıyafetim mi? Benim haberim yok!” diye cevap veren oğlunu duyunca iyice şaşırmıştı, oysa iyice tembihlemişti çavuşu.
“Hamdi Çavuş’a verdiğim çantanın içindeydi, dolabına koymuştu eşyalarını. Sana söyleyecekti. Üstündekiler kimin?”
Oğlunun yüzü mimiksizdi, ölü balık gibi bakıyordu. Tanımamışçasına uzun uzun annesinin yüzüne baktı baktı ve “Bilmiyorum. Hilmi Çavuş verdi,” dedikten sonra sağını solunu kolaçan etti. Bir masa arkada annesi ve ağabeyiyle oturan gence kilitlendi gözleri, ilk kez hafifçe gülümsedi. Oğlu bir hafta içinde hayli süzülmüş, gözlerinin akları kızarmış, gözaltlarında torbalar oluşmuştu. Uykulu gibiydi, hatta hatta uyuşturulmuş…
“Gece uykusuz mu kalıyorsun oğlum? Gündüz bari uyusaydın ya!” diye sorunca oğlunun gülümsediği genç heyecanla atıldı:
“Gündüz uyumak yasak teyze! Gündüz uyumak yasak!”
Kadın bir mana verememişti, “Niye yasakmış oğlum?” diye sorduğunda
“Bilmiyorum ben, git hemşire sor!” diye cevap almıştı.
Fazla konuşmayan oğlunun sağ kulağı pansuman yapılıp kapatılmıştı. Endişeyle haykırdı: “Kulağına n’oldu oğlum?”
Oğlu rüyada gibiydi, sanki lafları ağzının içinde yuvarlayarak kesik kesik konuşuyordu.
“Kulağım mı? Hatırlamıyorum. Düştüm galiba.”
Yan masada oturan genç yine ayağa kalkarak heyecanla atıldı:
“Düşmedi teyze yalan! Burada Ayıboğan Rıfkı diye bir hasta vardı… Görsen dev gibi… Kulağını ısırıp etini kopardı… Çok kanadı çokk.”
Genç kadın iyice şaşırıp sersemlemişti.
“Ne, nasıl olur! Kimmiş o! Kimse müdahale etmedi mi?” diye bağırdı.
Masadan fırlayıp gelen genç fısıltıyla konuşmaya başladı:
“Deli o, kimseden korkmaz! Hemşireyi bile dövdü. Hem senin oğlunun yemeklerini de yiyordu. Hatta aynı kabinde yıkanmışlar dün. Bana da… ”
Çavuşun gür ve emredici sesi gencin konuşmaları yarıda bırakmıştı.
“Kerim saçmalayıp durma! Yalanlarını dinleyecek değiliz. Senin için ziyaret bitti, geç içeri!”
“Hayır! Yalan değil ki!”
Kaşla göz arası kilitli kapıyı çarçabuk açan çavuş, yarım yamalak vedalaşan genci ȃdeta içeri iterek kapıyı tekrar üzerine kilitledi.
Saatin dolmak üzere olduğu, vedalaşmalarını ve salonu boşaltmalarını istedi çavuş. Kilitli kapı tekrar açılıp çavuşlar nezaretinde hastalar teker teker içeri alınıp kapı ivedilikle kilitlendi.
Çavuşun gence gösterdiği kaba davranışlara şahit olan ziyaretçiler şaşırıp kalmıştı, en çok da genç kadın… Ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi hem kendisine hem de kocasına kızmaktan başka.
“Köpekler gibi pişmanım hastaneye yatırdığıma. Hezeyanlarını atsın üzerinden istedim. Canlı kanlı, konuşkan çocuk yerine pısırık bir iskelet gelmiş. Biliyordum buranın mimli olduğunu, ah ah bu çulsuzluk yok mu, gözü kör olsun parasızlığın. Babası olacak deyusun umurunda bile değil! Gece gündüz ziftleniyor, temizlikten aldığım üç beş kuruşu da çarpmanın yollarını arıyor pis ayyaş! Ama dur ben biliyorum yapacağımı… Senin gibi asalağın kı*ına tekmeyi vuracağım günler yakındır Hilmi Efendi!”
Tüm şüpheleri vesvese olup önce yüreğine aktı sonra da ağzından döküldü.
“Çavuş efendi beni hemen doktoruyla görüştür!” diye kükredi.
“Herkes dağılsın, ondan sonra hanım…”
“Şimdi görüştür efendi, bir dakika daha kalamayız burada! Hemen dedim!”
“ Doktorların emri…”
“Başlarım doktorunuza da, tedavinize de…”
Kadının çıngar çıkaracağını anlayan çavuş kafasını büküp beklemesini söyledi. Üzerine kapıyı kilitledi. Odada tek başına bekleyen kadın kilidin açılmasıyla içeri alınıp kapı tekrar kilitlendi ve beklemesi istendi.
Çamların içindeki araziye yapılmış binalardan biriydi girdiği yer. Eni dar, boyu çok uzundu. Yatak odalarının kapıları kapalıydı. Hemşire bankosu, doktor ve hemşire odaları orta yerdeydi. İki yerde büyük ekran televizyonları çevreleyen suni deriyle kaplanmış geniş koltuklar vardı. İçeride her yaştan yetişkin epey hasta vardı. Kahkahayla gülenler, sessizce çömelip ağlayanlar, tepkisizce uzanıp televizyon izletenler… Genç kadın herkesi dikkatlice izledi. Yanına koşarak gelen oğluna buradan ayrılacakları müjdesini verdi. Oğlu canlandı birden; uyuşukluğu, tutukluğu kayboldu. Bir ışık huzmesi gözbebeklerini yalayıp geçti. Yanakları pembeleşti, yüzüne eskisi gibi bir gülümse yerleştirerek geldiğinden beri ilk kez anne diye seslendi.
“Anne, Murat Çavuş dedi ki eğer söz dinlemezsek ölünceye kadar burada kalırmışız. Ben söz dinliyorum değil mi?”
“Gel buraya koca adam! Sıkı sıkı sarıl bana… Git sen şimdi arkadaşlarının yanına…”
Beklediği süre zarfında söyleyeceklerini beyninde sıralamış, bilenerek girmişti çağrıldığı doktorun odasına. Genç kadın savunmaya geçmiş dişi bir kartal gibi saldırmaya hazırdı. Tüm duyduklarının, gördüklerinin, şahit olduklarının hıncını karşısındaki doktordan alırcasına haykırdı. Çok dolup taşmıştı, patlamak üzere olan bir volkan gibiydi. Yükselen sesler bir yükselip bir alçaldı, sonunda hazırlanan evrakları imzalayıp odadan dışarı çıktığı gibi oğlu ve Hamdi Çavuş’u arayıp buldu.
Sırtındakilerini çöp kovasına attığı oğlunu baştan aşağı giydirip ikinci kez girdiği bina ve hastaneye bir daha gelmemek üzere adımlarını dışarı attılar.
Hastaneden epey uzaklaştıkları hȃlde genç kadının kulaklarında, “Tedaviyi yarım bıraktığınız için hastane olarak hiçbir mesuliyeti…”
“Tepenize yıkılsın hastanenizde, tedaviniz de be!” sözleri yankılanıyordu.