Özgür Zeybek, bir şair ve bir fotoğraf sanatçısı olarak, gerek kılgısal gerek sezgisel şekilde fotoğrafla şiir arasında deneyimlediği ilişkinin peşine düşmüş, Çok da iyi etmiş. Bu tür sanatlar arası ilişkilerin düşünülmesinde, açıklanmasında büyük fayda ve her iki alan içinde çalışan sanatçılar açısından düşünce uçları oluşturacak kesitler var. Beni dilin üzerindeki odaklandığım okumalarımdan çıkartıp fotoğraf alanında da düşünmeye itti. Kitap öncelikle sanat dallarının oluşturma yolları, malzemeleri, teknikleri ne kadar farklı olursa olun yaratıcı süreçte ortaklaştıkları “imge” kavramını ele alarak başlıyor. İmge sanatsal yaratıcılığın nüvesi, estetik ve anlam üreten en önemli kavramı.Bu kavram hakkında geçmişten günümüze gelmiş bilgi birikimini çok geniş kaynaklardan araştırarak ele almış Özgür Zeybek. Kaynakça’da bu çeşitliliği ve zenginliği görüyoruz. Sonra imgenin zihnimizde geçirdiği evrimleri hem yaratılırken hem alımlanırken oluşturduğu çağrışımsal zenginliği, ayrıca imgenin görsellikle ilişkisini somutlamaya çalışmış. Sanatsal imge için ayrı bir başlık açıp şu tanımlamayı yapmış:
“Sanatsal yaratım sürecine konu olan imge ise anlatılmak isteneni, deneyimler, birikimler ve gözlemler ile oluşan düşünsel süreçten geçirerek, onu daha canlı, daha etkileyici, daha estetik biçimde anlatmak; başka kavramlar ve durumlar ile ilişkilendirerek yeni anlatımlar oluşturmak biçiminde tanımlayabiliriz” demiş. Kitapta okuduklarından, düşündüklerinden, kendi kılgısından yararlanarak bir çok tanım yapmış Özgür Zeybek. Nicelik olarak az görünen sayfa sayısını kat be kat katlıyor. Okurken tanımlar üzerinde durmak, düşünmek ve yazarla birlikte düşünce üretmek için okuyucuyu da işin içe katıyor.
Daha sonra imgenin gerçeklik ve kurgu ile olan ilişkisini inceliyor. Sanat eserinin anlamı oluştururken kurgudan yararlandığı bunu yaparken de gerçeği kurguladığını ancak anlam olarak kurguladığı gerçeği aştığını tespit ediyor. Sanat eserinin başarısını bu sunduğu yeni gerçekliğin şaşırtıcılığı ve etkileyiciliğinde aramak yanlış olmaz. İşte kurgu aşaması fotoğraf ve şiirdeki ortak noktalardan biri olarak ortaya çıkartılır. Bu kurgu gerekli metaforik anlatımı olanaklı hale getirir her iki alan için de. Bu dolaylı bir anlatıma varmak demektir.Bir şey gösterilirken aslında orada olmayan başka bir şey ifade edilir. Şiir için konuşursak; şiir yazıldığı kelimeler kadar, şiirin dışında bırakılmış olan kelimelerle anlatırken, fotoğraf fotoğrafa giren nesneler kadar girmeyen nesnelerle de ele aldığı konuyu anlatmıştır. İki üretim de sanat eseri olarak nesnelleşmiş olsalar da gösterdiklerinden fazlası olan yani düşsellik gerektiren bir düzlemde birleşmiştir. Buradan Özgür Zeybek, şiirle fotoğrafın eksiltili yapıda buluştuğunu düşünüyor ve düşüncesini kurgu üstünden ispatlıyor.
Bundan sonra iş Şiirsel anlatım, imge ve görsellik ile ilgili tekniklerin, Fotoğraftaki, anlatım, görsellik ve imge tekniklerinin karşılaştırılmasına kalır. Vardığı pek çok sonuç var. İki alan arasında şu farkı sunuyor örneğin: şiirin yazıldığı dil içinde kalırken ve başka bir dile aktarılırken kayıplar yaşamasına karşın fotoğrafın çeviriye gereksinim duymaması ulusal değil evrensel dili olması vurgusu önemli. Diğer bir çıkarsama da şudur:
“Fotoğraf sanatı gerçekliğin kopyalanması sürecini çoktan aşıp, fotoğrafa konu olan her türlü görsel yapının estetik ve imgesel ele alımı ile gerçekliğin taklidi olmaktan çıkıp anlam yaratıcı bir ifade biçimine dönüşmesi ile şiirle buluşmuştur.” Aslında bütün sanat dalları için şiir temeldir bana kalırsa hepsi ifade olanaklarını şiirden almıştır.
Yıllar önce bir “Barış Şiirleri” etkinliği hazırlamıştım. Çalışırken antolojileri taramış, Türk ve dünya şairlerinin şiirlerini incelemiş, bu şiirlerin büyük çoğunluğunun “savaşın kötülüğü” üstüne kurulu olduğunu görmüştüm. Barışa ulaşmak için karşıtından gidiliyordu. Savaş somuttu, barışsa düş. Şiirlerin anlatımlarını incelediğimde daha çok savaşın betimlemesi yapılıp barış üzerine övgülü sözler söyleniyordu. Kendim de bu konu üzerinde çalışarak bir şiir yazmaya çalışınca konunun, ideolojik, tarihsel, sosyal, psikolojik birçok yönden ifade edilmesi gerektiğini gördüm. Şiirler arasında barışı en eksiksiz anlatan şiir Yannis Ritsos’un Barış şiiriydi. Her bölümünde barış anlatılırken altından yatan kan ve kemik’in unutulmadığı, barışın ne pahasına elde edildiğini yadsımadan, onurlu insanların yaşadığı, emeğin, insanca yaşamanın, adil ve eşit bir dünyanın, barışın içinde barındırdığı küçük anların fotoğrafı veriliyordu. Sahneler üzerinden gidiliyordu ve etki gücü yüksek sesi de soluğu da insanı barışa davet eden sevgi yüklü bir şiirdi bu. Birkaç çevirisi var bulup okuyabilirsiniz. Bu süreçte şunu düşündüm. Savaş’ı anlatırken onun kötülüğünü, adaletsizliğini, dehşetini yazarken bir tek fotoğraf karesinin anlattıklarını, o etkiyi şiirde nasıl yaratabiliriz. Fotoğraf canlı, apaçık gerçek, kurgu olmayan bir ânı bütün dehşetiyle tek bir karede yansıtabiliyordu. Aklımızda birçok böyle kare vardır savaşlardan. Bunu sözcüklerle kurmak kesinlikle daha zor ve eğer bu tek karenin bütün düşündürdüklerini ifade edemiyorsanız yazdığınız şiir eksik ve yazılmamalıydı. Özgür Zeybek’in alıntıladığı Levis Hine’in sözü bana yeniden bunları düşündürdü. “Eğer hikayeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç duymazdım “ diyor. Şiir o görüntüyü gören şairin, onu yeniden kendi zihninde işleyip tekrar tekrar hafızasını yoklayıp çağrışım alanlarını da içine katarak söze dökmesi iken fotoğraf anlattığı anın eşzamanlı olarak ifadesini yakalıyordu ve hikâyesi çekildiği andan sonra başlıyor. Bence fotoğraf ve şiirdeki en temel farklardan biri bu sanatçı açısından. Şairin elinde fotoğraf kadar kalıcı olmayan birçok anın bileşimi, fotoğrafçının elinde de tam o an deklanşöre basma becerisini göstermek zorunda olduğu tek bir şans var. Zaman en büyük avantaj fotoğraf için. O, zamanla, gerçekle, olayla, kişilerle doğrudan ilişki kurabiliyor. Bir anlık bir görüntüyü sürekli değişen görüntüler arasından seçip bize sunuyor. Kurgunun gerçeğe en yakın halde olduğunu ona bakarken bildiğimiz, zaman mekan öğelerinin belirgin halde olduğu hepimizin görme şansını yakalayamayacağımız o tek bir anın sonsuz zamana bırakılması. İşte fotoğraf…Şiir ise o anı sonradan kurabilir ancak. Yeniden oluşturabilir ve bu asla fotoğraf kadar gerçeklik duygusu uyandıramaz. Şunu alımlayıcı çok iyi bilir. Fotoğraf sanatçısı olayın içindedir. Şair ise olayın içinde olmak zorunda değildir. Bu nedenle hikâye kelimesini kullanıyor Hine. Şiiri demiyor. Çünkü şiir hikaye gibi anlatmıyor o anı, o olayı, o duyguyu yeniden kurup zihne gönderiyor. Yani sırf betimleme şiire yetmez. Savaş gibi bir tema söz konusu olunca şairin biraz aciz kaldığını gördüm açıkçası. En başarılı şiirler Brecht’in çocuk diline yaklaşan basit ama çarpıcı, karşıtlıkları kullanan gerçekçi yanı ağır basan kurgusal şiirleri idi. “Tahtanın üstüne bir yazı, savaş istiyoruz. En önce vuruldu bunu yazan” hemen aklıma gelen dizeleri.
Burada şunu söyleyeyim. Şavaşı çarpıcı olarak etkili bir şekilde anlatan fotoğrafın daha düşsel ve somut olmayan barış’ı anlatması, yakalaması şiirden zordur. Burada düşsellik, ağır bastığı için şiir o düşü yaratmakta o dili kurmakta daha maharetlidir. İnsanın izlediği, gördüğü, okuduğu bir sanat eserinde ‘Gerçek’i iliklerinde hissetmesi, kurmaca ve gerçek arasındaki farkı kaybetmesi, yani sanat eserinin gerçeklik alanına girmesi ve yaratılmış gerçekliğin varolanı aşması o sanat eserinin başarısıdır. Şair sözcüklerle , ressam renklerle, fotoğrafçı da ışık ile çalışır bunun için. Her eserde de ortaya konan malzemeden fazlasıdır. Şair günlük dilin dışına çıkar, sözcükleri hiç kullanılmadığı anlamlara açar. Fotoğraf da ele aldığı nesnelerden, yansıttığı ışıktan fazlasını söyler. Resim şiire daha çok benzer anlatma anı ile anlatılan an aynı değildir. Bu iki sanatta sanatçının sonsuz zamanı vardır. Ama fotoğrafçı zamanın kıskacındadır. Onun saniyeler içinde görmesi düşünmesi ve refleks vermesi gerekir. Doğru anı yakalaması ve o anın bedeniyle de içinde olması gerekir.
Şiirin anlatım aracı dildir. Dil tamamen soyut olan sözcüklerden oluşur. Fotoğraf dili ise görseldir. Nesnenin bilincini açığa çıkartır. Fotoğraf daha dolayımsızdır. Zihne direk bir görüntü gönderir. Dilin algılanması ise daha karmaşıktır. O da sözcükler aracılığıyla da olsa en nihayetinde bir görüntü olan imge oluşturur. “Ağaç” dediğimizde zihnimizde bir fotoğraf vardır. “kırda yalnız bir ağaç” dediğimizde görüntü hemen değişir. Biraz daha somutlanır. “Kırda yalnız bir çınar ağacı” dediğimizde görüntü daha da belirginleşir. O ağacın fotoğrafında da bu vardır. Onun kırda, tek ve çınar ağacı olduğunu bir çırpıda kuşkuya yer vermeyecek biçimde görürüz. Burada “yalnız” olmayı fotoğrafın dili koyar. Fotoğrafa bakan bu yalnız kelimesini kendi bulmak zorundadır. Şiiri okuyan ise o fotoğrafı kafasında tamamen kurmalıdır. Buradaki metafor her ikisinde de ağacın yalnız olmasıdır. Dilsel olarak anlatırsam bu bir kapalı eğretileme yoluyla yapılmış bir imgedir. Yani teknik olarak. İnsana ait bir özellik ağaca aktarılmıştır. Fotoğraf ise onu çeken sanatçının bakış açısı, sunumu, fotoğrafın kadrajı, merkezi vb. teknik konuların harmanlanarak yani onun yalnızlığını anlatacak teknik özellikler kullanılarak oluşturulmuştur.Her ikisinde de “Ağaç” artık o bildiğimiz ağaç değildir. Yeni bir aktarım yapılmıştır. Farklı yollarla da olsa bu anlatılmıştır. Özgür Zeybek kitabında önemli bir ayrım yapıyor. Fotoğrafı şiirle değil şiir dizesi ile karşılaştırıyor. Bu ince ayrıma katılıyorum. Bu verdiğim örnek onu doğrular. Şiirin bir de dizelerin kurgusu olduğu hatırlanırsa anlatım olanağının bu açıdan fotoğraftan daha güçlü olduğu yan görülebilir. Şiire eklenen her sözcüğün nesnel karşılığını fotoğrafçı doğal bir alanda bulamayacaktır. Sinema ise görüntülerin kurgulandığı bir hikâye anlatır. Ama bir dize bir fotoğrafa karşılık gelir. Fotoğraf ile şiirin kesişimi budur. Ama yazıntürü olan şiirin sadece görsel imge kurmadığını belirtmek lazım. Zihinsel imge, soyut ve somut imge, düşünsel imge gibi farklı türlerde yaratım sözcükler ile mümkündür. Bu bağlamda tekrar Hine’ın sözüne dönersekbu bakımdan onu haklı görürüz. Şunu unutmamak lazım şairin zihni vardır. Bu zihin farklılıkları algılamak konusunda hassastır ve tek kayıt aracı budur. Eski usul bir araç, dilin bulunduğu ilk günden beri işlenen ve somutlama, sabitleme, kaydetme, aktarma için insanın elinde çok uzun yıllar işlenmiş bir araç olarak dil, toplumsal hafıza olmak zorunda kalmış ve buna göre ifade tekniklerini geliştirmiştir.Günümüzde görselliğin daha öne çıktığını görüyoruz. Teknoloji bu sonucu getirmiştir. Kayıt altına alma işi daha kolay ve hızlıdır. Elimizdeki telefonlar ile hepimiz bir ölçüde bu olanağa sahibiz. Yaşadığımız günler insan beyninin sürekli görüntülerle uyarılmasını getirmiştir. Kayıt altına alma teknolojinin olmadığı uzun yüzyıllar boyu “Dil”e özgüydü. Zorlayıcı bir şekilde gelişmek zorundaydı. İlk şiirlerin kafiye ve ölçü yardımıyla hatırda kalıcı olmasını anımsayın. Felsefe, tiyatro, gibi türler bile manzumdu. Yani amaç şiir değil aktarmak, akılda kalmak, şiirin olanaklarını kullanarak etki gücü yaratmaktı. Yani hafıza oluşturmak insanoğlunun bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak açısından insanoğlunun elindeki tek olanak uzun süre dildi.Yazıya geçilmesi şiirin üstündeki bu yükü azaltmış, kendine karşı sorumluluğunu arttırmıştır. Kayıt altına alma ihtiyacı daha sonra fotoğrafı doğurmuştur. Teknolojik olanaklar ile bu sürekli hızlı bir şekilde gelişmiş bugün yaygınlaşmış ve herkesin cebine kadar girmiştir. Fotoğraf zihinle dil arasına girmiştir. Bugün bir insana “neredesin” diye sorun. Size bir fotoğraf gönderme olasılığı daha fazladır. Hem kesin hem kolay. Fotoğraf zihnin yükünü azaltırken dilin de mahiyetini değiştiriyor. Avantaj onda gibi görünüyor. Sanatsal olarak sanatçının algısına tabi olsalar da olmayan bir şeyi alımlayıcının zihninde oluşturan şiir ve varolan görüntüyü alımlayıcının zihnine sunan fotoğraf… Dil daha uzun bir süre işlendiği için fotoğraf ise teknolojik olarak destek alıp yaygınlaştığı için teknik olarak işlenmeye devam ediyor. Bunu ben Özgür’e sormak istiyorum. Hem fotoğraf hem şiir ikisini de sanatçı olarak kendinde birleştirmiş hangisi daha kolay geliyor kendisine. Şiir yazmak mı fotoğraf çekmek mi?Hangisinin dilini kurmak daha kolay? Hangisinin anlatım olanağı daha etkili geliyor.
Fotoğrafını çektiği bir durumun şiirini de yazma gereği duyuyor mu? Elbette her iki alanı birleştiren sanatçının bakış açısı, bir olaya, olguya, duruma farklı açıdan yaklaşmak, nasıl nesneleri seçiyorsa, şiire neden olan düşüncelerden de bazılarını seçip öne çıkartmak. Bunu iki alanın pratiğini de yapan biri olarak kuşkusuz ki hem görsel hem zihinsel olarak kuracaktır. Şiirin başladığı nokta, gelişimi merkezden yan temalara göre olacaktır. Çarpıcı bir giriş, sonra başka sıçramalar, sonra bütün oluşturacak bir kurgu. Belli bir kavramı-düşünceyi mesela bir ihtimal’i anlattığı iki şiir var son kitabı “Atlas ve Perişan”nda. İhtimal üzerine düşünülmüş. “İhtimal Duası” bu tamlama, bir ihtimal’in gerçekleşmesi için dilek ve arzu olan duayı kullanmayı gösteriyor. Aslında her dua, ihtimaller arasında bir ihtimalin olması isteğidir. Burada ihtimal vurgusu fizik kanunlarıyla açıklanabilen matematik ile hesaplanan bir olgu. Dua ise metafizik bir kavram. Bu çelişik durumu birleştirme arzusu da taşıyor şiir. Bu şiiri sizlere dinletmek istiyorum. “belki” sözcüğü iki kez kullanılmış bu şiirde. Sonsuz ihtimal vardır. Bu ihtimallerin gerçekleşmesi olasıdır. Aslında çok küçük bir nicelikte olsa da olasılıksız bir şey yoktur. Bu bizi neredeyse metafiziğe gönderir.
“Terliklerini çıkardığın yerden başladım ben de
Hiç geçmediğin bir sokak bulursam bu şehirde
Belki yeniden görürüm seni diye” İhtimaller Duası, s.20
“Kar yağıyor,yüzüm yanık
Yaralarımı mı sarıyor, örümcek ağlar mı?
Çocukların ellerinden uçurtmayı çalan rüzgar
Suya düşürdü kusursuz inciyi
Patlasam içimden bir okyanus çıkar mı?
İhtimal gidiyorsun.” İhtimal, s.25
Başta söz ettiğim konuya dönmüş olmak için bir şiir daha örnekleyeceğim. Savaş ve Düş, savaş fotoğraftır, barış ise düş. Bu ayrımı yakalayan “Savaş ve Düş” şiirinden “utanma”yı anlatan bir bölüm alalım:
“Savaşlardan geriye, et, kemik ve taş bloklar
Gözlerimizi ağrıtan fotoğraflar
Sonsuz yaralarını soyarken insanlık
Bir makas gibi açılıp kapanırken zaman
Gözleri kanayan çocuklar gördüm
Gökyüzüne bakamam.” S.38
Özgür Zeybek’in Atlas ve Perişan adlı kitabındaki şiirlere topluca bakıldığında, şairin nesnelerle bağının çok kuvvetli olduğunu ve şiire soktuğu her nesnenin duygusal olarak bir karşılığının bulunduğunu görüyoruz. Bir imge türü olan “sembol” ü şiirlerinde daha çok kullandığını ve bu kullanım ile sembol oluşturan fotoğrafa yaklaştığını söyleyebiliriz. Semboller kitabın tamamında zaman zaman dönülen ve anlam katmanları oluşturan anlatımlar. Su ve tren gibi. Tren ayrılık temasını anlattığı şiirlerde ortaya çıkıyor. Ayrılık üstünde fazla durulmuyormuş gibi görünse de Atlas ve Perişan’ın ilk bölümündeki şiirlerde bu tema ağırlıklı olarak ele alınıyor. Ayrılık, şairin kendi algıladığı şekliyle farklı ve karmaşık pek çok durumun bileşenidir ve Özgür Zeybek’in ona bakışı kendi farkını üretir. Tema bildiğimiz özellikleri ile değil deneyimlenen şekliyle sıradışı algılara kapı açan bir şekilde kurulur. “Tereddüt”lü bir ayrılıktır o. Çelişiktir. Öznenin gittiği söylenirken aslında geldiği görülür. Gerçekleştirilemeyen bir ayrılıktır bu. Çiçekli Mektup Cesedini okuyarak bitirelim.
çiçekli mektup cesedi
bir aynaya kilitledim kendimi
dudaklarımda müstakil yaralar masada çiçekli mektup
bir cebimde yalnız güllerin ağırbaşlı kokusu
diğerinde çocukluğumdan kalma en ince sesim
çığlık ne kadar aydınlatırsa geceyi
eriyip düşen yıldızlar doldursun bu evi
yağmuru içeri aldım, özlemi dışarı
duvarlardan kazıyarak sesini
yolculuklarla anılıyor,
kırılıyor ve küfleniyor adım
ölmeden başlar çürümeye kimi
çiçekli mektup yırtılıyor, en aşık yerinden
şiirinden kovulan bir mısra gibi
terli bir çocuk atletine sardım, tövbe
tüyden hafif tabutunda uğurlarken geçmişi
katlanılmış sözcükler üst üste, kağıttan gemi
makasın uçunda dönen bir gezegende
yeniden gömdüm seni
çekmecemde metal mezarlar, öfkeli şiirler
bir gölgeyi sürükler, bir duayı tekrarlar gibi
çok sonra anladım
korkunç masallara gömüldüğümü
gözlerimin bir aynada çürüdüğünü
boşlukta asılı kalmış lirik bir ten
etrafta buruşmuş kağıtlardan kadın büstleri
birbirimizin kanı diye içtiğimiz gazeller
sabahın serinliğine uyanan
gümüş yaralar, kırık aynalar
çok sonra anladım,
çiçekli mektup cesedi