Sessiz, Sedasız, Dilsiz
Yaşadığım mahalle çok sessiz bir mahalleydi. Belki de ben hiç pencereleri açmadığımdan sesleri duymuyordum. Hem böylesi daha iyiydi. Dışarı çıktığım zamanlar, sessiz sedasız geçerdim sokakları. Yürürken, birilerinin beni izlediğini hissederdim. Sanki ben onların görüş alanından çıkana kadar beni izleyen birileri vardı ve ben en çok da beni izlediklerini hissettiğim yöne bakamazdım. Baksam bana bir şey soracaklarmış gibi düşünürdüm. Kimsenin bana bir şey sormasını istemezdim, özellikle de geçmişimle alâkalı olan soruları. Bana kimsenin soru sormayacağı bir yerde yaşamak ne de güzel olurdu. Hem biz insanlar birbirimizi tanıdıkça sevmiyoruz, bazen bazı şeyler tanımadan, uzaktan güzel. İçine girdikçe, dışına çıktığını fark ediyorsun. Bu yüzden de ben bu yaşamın içine girmeye çalıştıkça, dışında kaldığımı gördüm. Çünkü bu yaşam bana göre değildi, daha çok kötülük yapmaya, can yakmaya eğilimi olanların yaşamıydı. Ben gülmek için kimseyi ağlatamazdım ama gülmesi için ağlayabilirdim. “Enayilik” hâli buydu sanırım. Bu yüzden annem bana hep yalnız kalacaksın, babam da senden bi’ bok olmaz derdi. İkisinin de dediği doğru çıktı.
Bir çöküş haliydi yaşadığım. Umuda dair hiçbir iz yokmuş bende. Sevdiklerim öyle derdi. Ben hiçbir konuda umut vaat etmiyormuşum… Bana umuttan bahsedenlerin, dünyayı ne hâle çevirdiklerine baktığım zaman gülesim geliyor. Umut zafer midir yoksa gözlerin bağlanması mı? Bazen umut etmenin, oturup, beklemekten bir farkı olmadığını düşünüyorum. Ya da bir insanın yaşadığı bir haksızlığa, kötülüğe karşı Allah’a havale ediyorum deyip, bir köşede susması gibi. İsyan etme umut et öyle mi? “Bir şeyler değişecek, umutluyum.” Evet, umutlusun. Çünkü bir şeyler yapmak yerine bekliyorsun. Ben de bekliyorum ama umut da etmiyorum. Neden bir kurtarıcı bekliyoruz ki? Umuttan bahsedildiğinde uykum geliyor. Camus’nün dediği gibi bu da “bir düşüş hali” sanırım.
***
Yürüdüğüm bu sokakların her bir karışını ezberlemiştim artık. İşe gidip, eve gelmekten başka bir numaram yoktu. Hiç arkadaş edinmiyordum. Edindiklerimden de çok çabuk soğuyup, uzaklaştığımdan kendimi yormak istemiyordum artık. Ev ve iş arasındaki yolu yürüyerek gidip geliyordum. Ayaklarımdaki yorgunluktan başka bir yorgunluğu kaldıracak ne gücüm vardı ne de hâlim.
Bir gün yine eve dönerken, gece geç saatlerdi, yolumu kesen birkaç genç oldu. Ben sorun çıkmadan geçip gitmek istedim. Yüzlerine bile bakmamaya, yere bakmaya çalıştım. Para istiyorlardı, çıkarıp verdim. Ama yine de beni dövdüler, niye dövdüklerini anlamamıştım. Oysa ben sorun çıksın istemedim. Beni öyle yerde bıraktıklarında yerde bi on dakika kalıp gökyüzünü izledim, yıldızlara baktım. Bir yıldız kaydı o anda, kendime geldim. Ayağa kalktım. Her yerim sızlıyordu, eve doğru yürüdüm.
Sanırım ben hep mahallenin dayak yiyen çocuğu konumundaydım. Kimseye zarar vermek gibi bir niyetim olmamıştı bugüne kadar. Kötü şeylerden, kötü olarak gördüğüm şeylerden hep uzak durdum. Ama nedense hep dışta kaldım. Yeteneksizdim belki de ondandır. Çocuklar futbol oynardı beni çağırmazlardı, benim şutlarım hep dışarı çıkardı. Kaleciliğim de iyi değildi hep gol yerdim. Hâlâ yiyorum.
Yaşadığım günlerin acısını her bir an, uykumda bile, derinden hissediyordum. Yaşamayı sevdiğimden değil, ben sevmiyorum diye arkamdaki beni seven birkaç kişiyi üzmeye hakkım olmadığı için yaşıyordum. Bir yönden Albert Caraco’ya benziyordum. Hitler zamanında yaşamış bir Yahudi’dir Caraco. O günün dünyasında artık yaşamak için bir anlam yoktur çünkü bütün anlamlar katledilmiştir. Fakat onu engelleyen tek şey anne ve babasının yaşıyor olmasıdır. Onlar
için yaşamaya devam eder. Fazlasıyla acı gören anne ve babasına bir de kendisinin bir acı yaşatmaya hakkı olmadığını düşünür. Bir zaman sonra annesi ölür, babası için dayanır. Annesinin ölümünden yaklaşık dört yıl sonra babası ölür. Artık yaşamak için tek gerekçe de ortadan kalkmıştır, babasının ölümünden bir saat sonra intihar eder.
Ben böyle bir şey yapacağım demiyorum ama yapmayacağım da demiyorum. Yazma, kendimi kağıtlara akıtma, bir ağacın bedeniyle bütünleşme isteğim olmasaydı bunu yapabilirdim ama anlatacak bir şeyim kalmadığında, yaşamak için bir sebebim de kalmayacak. Çünkü ben kendimi tüketmeyeceğim.
Uykularım rüyasızdı. Hem de çok uzun bir süredir. Önceleri rüyalarımı hatırlar kendimce yorumlardım, bu rüyalardan güzel öyküler çıkarabileceğimi düşünürdüm. Bir zaman sonra rüya gördüğümü biliyordum ama hatırlayamıyordum. Çok uzun bir süredir de bütün uykularımdan rüyasız uyanıyorum. Rüyalarıma daha çok uyumamışken dalıyorum. Uyku halinde tam anlamıyla kopuyorum dünyadan sanırım. Ne rüyadaki ne de gerçekteki dünya, geçerli kalıyorlar uykumda.
Her iki tarafın da aitliliğinden çıkıyorum. Azat ediliyorum. Ama beni azat eden gücün ne olduğunu bilmiyorum, dokunamıyorum. Dokunma umudum da yok, bilmek için peşine de düşmüyorum. Eğer o güç beni istiyorsa bana kendisi ulaşacaktır. Kendini bana şahdamarım kadar yakın görüp ama benim varlığım karşısında gizlenen, bende anlam bulmak isterken, beni anlamsızlaştıran bir gücün peşine düşmezdim zaten.
Bu halim birçok kişiye absürt geliyordu. Beni aptal sananlar oluyordu ya da vurdumduymaz. Böyle düşünebilirlerdi, hiçbirine bir şey anlatmıyordum çünkü ben de onlar hakkında öyle düşünüyordum.
Artık yapacağım tek şeyin yazmak olduğuna kanaat getirmiştim. Yazacaktım, kendi inadıma bile yazacaktım. Ta ki yazacak hiçbir şey kalmayana kadar ya da benim gücüm yetene kadar. Dilimi kesmeye karar verdim konuşmamak için. Eğer konuşmak istersem bu acıyı hissedecek ve yazacaktım. Acı bana yazmayı öğretti, yazmak güçlü durabilmeyi. Şimdi dilsizim. Yazabildiğim için ölümsüzüm. Ellerim artık yazamadığında tüketmeyeceğim. Sessiz sedasız, dilsiz gideceğim. Kendi karalama kağıtlarımı üstüme örtecekler ve huzurla yok olacağım.
Renas Roz
–