Bugüne kadar kimbilir kaç kez bize çarparak yanımızdan geçtiği halde bir kere bile dönüp bakmayan -ah affedersiniz ya da pardon demesini beklemek boşuna hayal kurmak tabi- kadın nedense fır dönüyordu çevremizde. Önümüze geçiyor, arkamıza dolanıyor, yandaki komşu evin çıngıraklı veranda kapısını açıp içeri girip dallarımızı iyice aşağı eğiyor feryat figan eden kardeşlerimizi acımadan koparıp bahçe duvarlarının üstündeki güneş enerjisiyle geceleri ışık veren aydınlatmaların yanına istifliyordu. Kadın Yaşlı Bakım Evinde kalan Alzheimer hastası annesiyle oda arkadaşı yüz yedi yaşındaki bio polar hastası Afife Teyze’ye götürecekti bizi. Afife Teyze bizleri dilim dilim yiyebilirdi ama annesi yutamayacağından-zaten alzheimer olmadan da posalarımızı ağzından çıkarıyordu- bizleri sıkıp suyumuzu içireceklerdi ona. Biz mandalinalar belki şifa olacaktık bu iki yaşlı ve hasta kadına.
Fazla bir şey istemiyorduk ki. Tek emelimiz tek arzumuz(Tangodaki “Tek emelim tek arzum yine sensin” sözlerini çağrıştırıyor)son nefesimizi verene kadar ağacımızda yaşamaktı. Büyük büyük ninelerimizin zamanında şimdi dubleks villaların inşa edildiği çöp konteynırlarının karşısındaki arsa mandalina bahçesiymiş. Asırlık ağaçlarda az bulunur lezzette içi şurup gibi ince kabuklu satsuma mandalinalar yetişirmiş. Biri hariç diğerleri kesildi(villalaraysa alıcı çıkmadı daha) Ağaçların hayatta kaldığı o son kış otlar öyle uzunmuş ki bahçeye girilemiyormuş. Mahsul yaz sonuna kadar ağaçta kalmış. Sonra tarihin kanlı canlı tanıklarına yapılan soykırım. Bir de ağaçların altına düşenler var. Benim bulunduğum ağaç ve kadının ağacının altında şimdiden üçer beşer mandalina var. Çok olgunlaştığından dalından kopup aşağı düşenler. Kabukları yarılmış, ortaları patlamış. Ya da bir dalın taşıyabileceğinden daha fazla mandalinası olması sonucu tutunamayıp düşenler. Zamanla çürüyecekler. Böcekler, kurtlar kemirecek içlerini. Evet insanoğlunun midesine gitmiyor ama yaşamak mı bu. Beyin ölümü gerçekleşmiş. Bitkisel Hayat işte.
İki kocaman ela göz ve iri burundan ibaretmiş gibi görünen kadının suratı tam karşımdaydı. Babası yan komşunun verandasına girip oraya kol atmış daldan mandalina koparmasına kızıp söylenince çarçabuk-yine de gözüne kestirdiği mandalinaları kopardı- çıngıraklı kapıyı çekerek verandadan çıkmış sola kıvrılıp karşımda bitivermişti. Beyaz elleriyle kulağımı bükebildiğince büktü. İnsanoğlunun “Kulağını iyice bük. Ona iyi bir ders olsun” anlamında söylediği bir deyim gibi değildi elbette. Ama kadın öyle bir büktü ki kulağımdan beni dalımdan kopup kadının avcuna kayarken eline değmemle kendimi aşağı atmam bir oldu. Yuvarlanmaya başladım. Düşünecek fazla bir şey yoktu aslında. Ağaçta kalamadığıma göre kadından kaçabildiğimce uzağa kaçacaktım. Yokuş aşağı sol tarafta adeta görünmez bir çizgi üzerinde o çizgiden hiç sapmadan hep sabit hızda yuvarlandım yuvarlandım yuvarlandım.
Dönen yuvarlanan hareket eden nesnelere dayanamayıp onlarla oynamak isteyeceklerini düşündüğüm köpekler Vivi ile Zeyna ayrıca hiçbir kedi yoktu o sırada şansıma. Beni yaralayabilirlerdi. Siyah demir site kapısından da yuvarlanarak çıktım ara yola. Bereket araba geçmedi de trafik kazasında ezilmekten de yırttım. İnerken yokuş aşağı coşkuyla içimde çalmaya başladı “Gençlik Marşı” Az sonra da sözcükler dudaklarımdan döküldü: “Şu gök deniz nerede var. Nerede bu dağlar taşlar. Güneş ufuktan şimdi doğar. Yürüyelim arkadaşlar. La lal lal lal lal la. Sesimizi yer gök su dinlesin. Sert adımlarla her yer inlesin. Sesimizi yer gök su dinlesin. Sert adımlarla her yer inlesin inlesin!
Yokuş sona erdi. Yolun karşısındaki ıslak kısa otların üzerine kapaklanarak durabildim. Çok hızlı nefes alıp veriyordum. Kalbim sanki ağzımda atıyordu. Yavaş yavaş normale dönüyordum ki önümde lacivert önü açık terliklerin içinde siyah çoraplı iki ayak. Kadın. Eğildi, kaldırdı beni.