“SİNEMANIN ŞAİRİ”
“Evrensel öyküler ve temalar anlatmak istiyorum, ama özel yaşamdan parçalarla.”
KRZYSZTOF KIESLOWSKI
Dünya sinemasına unutulmayacak filmler bırakarak erken yaşta aramızdan ayrılmış bir yönetmeni anlatmaya nereden başlayacağımı uzun uzun düşündüm. Üç Renk: Mavi veya Dekaloglar, “hangisini daha önce izlemiştim?” hafızam ya da notlarım bana yardımcı olamadı. Dekaloglar 1998 yılında Ankara Film Festivali’nde iki bölümünü bir seansta olmak üzere 5 seansta gösterilmişti. Mavi de Türkiye’de 1994’de vizyona girmiş. Büyük olasılıkla o yıl izlemiş olmalıyım.
Polonya Sineması dendiğinde ilk akla gelen yönetmenlerden biri Krzysztof Kieslowski’dir. Varşova’da doğmuş ve dünyanın en saygın sinema okullarından, pek çok yönetmen yetiştirmiş Lodz Sinema Okulu’nu bitirmiştir. Öğrencilik yıllarında Tramvay (1966) adlı kısa filmini çeker. 1966 ile 1988 arasında otuza yakın belgesel çekmiştir. Ama arada, Amatör (Camera Buff, 1979), Sonu Yok (1985), Kör Talih (1987) gibi uzun metraj filmleri de vardır. Amatör filmi otobiyografik ögeler taşır.
Krzysztof Kieslowski’nin dünyaca tanınması televizyon için çektiği yaklaşık birer saatlik 10 bölümden oluşan Dekaloglar (1998) ile olur. Filmlerin konularını Tevrat’taki on emirden yola çıkarak oluşturur. Amaç bu emirleri doğrulamak değildir. İnsanın ve yaşamın karmaşık yapısını, duygularını, anlatırken “yaşamın anlamı nedir?” sorusunu sorar. Yönetmen çoğu filminde olduğu gibi senaryoları Krzysztof Piesiewicz ile birlikte yazmıştır. Dekaloglar’ın hepsi Varşova’nın sıradan bir bölgesinde toplu konutlarda yaşayan aileler arasında geçer. Yaşamda kaderin ya da tesadüflerin yeri sorgulanır. Ama baştan sona duygular ön plandadır. Ve hepsinde beyaz tenli, sarışın, incecik bir adam mutlaka görünür. 5 ve 6 nolu filmler 25 dakika uzatılarak Öldürme Üzerine Kısa Bir Film ve Aşk Üzerine Kısa Bir Film olarak uzun metraja çevrilmiş ve en çok sözü edilen Dekaloglar olmuştur. Bu iki film gösterildiği pek çok festivalden ödülle döner. Kieslowski Dekaloglar’da Hitchcook gibi kısacık bir an izleyiciye kendini gösterir.
1991 yılında Veronique’in İkili Yaşamı’nı, ardından da üç renk üçlemesini çeker: Üç Renk: Mavi (1993), Üç Renk: Beyaz (1994), Üç Renk: Kırmızı (1994). Sinemasının doruk noktasıdır bu dört film. İnsan ve duygular hem tema hem teknik hem de müzik ile kusursuza yakın bir biçimde anlatılır. Bu dört filmin özeti onun şu sözünde saklı: “İnsanları birleştiren o kadar çok şey var ki. Senin ya da benim kim olduğumuz hiç fark etmez, senin dişin ya da benim dişim ağrıdığında aynı acıyı duyarız. İnsanları birbirine bağlayan duygulardır çünkü ‘sevgi’ sözcüğünün anlamı herkes için aynıdır. Korkunun ya da acının da. Hepimiz aynı şeylerden aynı şekilde korkarız. Bu yüzden bunları anlatıyorum, yoksa başka konularda hemen bölünüyoruz.”
Veronique’in İkili Yaşamı’ında Polonyalı Weronika ile Fransız Veronique’in paralel hayatlarını izliyoruz. Doğdukları coğrafya ikisini farklı etkilemiştir. Irene Jajob’un canlandırdığı iki kadının hayatlarının anlatımında hüzün, ironi, yalnızlık ve mistik ögeler iç içe geçmiştir. Tesadüfler yine baş rolde, müzik ise görüntüler ve duygularla uyum içindedir. Yönetmenin son dört filminin muhteşem müziklerini besteci Zbigniew Preisner yapmıştır.
Fransız bayrağının renklerinin (mavi, beyaz, kırmızı) simgelediği özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramlarından yola çıkarak çektiği renk üçlemesi yönetmenin son filmleri oldu. Bu filmlerden beni en çok etkileyeni Mavi olmuştu.
Mavi yaşanan büyük bir travmadan kaçışın hikayesidir. Birlikte geçirdikleri trafik kazasında eşini ve kızını kaybeden Julie hastaneden çıktığında onları hatırlatacak her şeyden kaçmaya çalışır. Yönetmen film boyunca sadece Julie’nin psikolojisine odaklanır. Julie özgürleşmek için geçmişi ile ilgili tüm bağları koparmak ister ama bu mümkün müdür? Filmde mavi tonlar her an karşımıza çıkar. Julie’nin eski evinden kızının odasından aldığı mavi taşlardan oluşan avize acılarının vücut bulmuş hali gibidir. Acılarından kurtulmak için girdiği havuz da masmavi görüntülenir. Mavi renk ve müzik adeta filmin bir karakteri gibidir. Julie müzik sayesinde acıları ile yüzleşip sağaltabilir kendini ve ancak ondan sonra özgürleşir.
Beyaz’da Polonyalı Karol’un sevdiği kadını kovalamasının hikayesini izleriz. Fransız karısı Karol’dan onu iktidarsızlıkla suçlayarak boşanır. Karol Paris’ten Polonya’ya çok zor koşullarda dönmek zorunda kalır ama tesadüflerin de yardımıyla işlerini yoluna koyarak zengin olur. Karısını çok seven kahramanımız hem ona kavuşmak hem de intikamını almak üzere değişik bir plan yapar. Eşitlik olgusuna değişik bir gözle bakar yönetmen. Bu filmde de beyaz her yerde karşımıza çıkar.
Üçlemenin son filmi Kırmızı’da ana karakterlerimiz Valentine ve emekli bir yargıçtır. Kırmızı renk ve fonda çalan müzik üçlemenin diğer filmlerindeki gibi başat rol oynar. Kader kavramı üçlemenin bu filminde daha çok vurgulanır. Komşularının özel konuşmalarını dinleyen yargıç ile bir tesadüfle tanışır Valentine. Geçmiş ve gelecek kavramları yargıç ve August (Valentine’ın yine tesadüf eseri tanıştığı sonuçta sevgilisi olan kişi) üzerinden bize o kadar güzel anlatılır ki yargıcın tüm geçmişini anlarız. Valentine’ın yalnızlık acısı ya da takıntısı tüm insanların aynı kaderi paylaştığına inandığı anda biter. Filmin sonunda deniz kazası sonrası üçlemenin ana karakterlerinin kurtulduğunu televizyondan izlettirir bize yönetmen. Burada da kader kavramına vurgu vardır. Feribot kazasında kurtulanlar Mavi, Beyaz ve Kırmızı’nın çiftleri bir de Steven Killian diye biridir. Kimdir bu? Bunun üzerine düşünmemizi istiyor Kieslowski.
Üçlemede ortak sahneler vardır: Mahkeme salonu, cam kumbarasına şişe atmaya çalışan yaşlı kadın gibi. Hele bu yaşlı kadın sahnesine epeyce anlam yüklemiştir yönetmen. Mavi’de şişeyi kumbaraya tam olarak atamaz, Julie o tarafa bakıyordur ama ilgilenmez çünkü herkes özgürdür. Beyaz’da zorlanır ama şişeyi atar kumbaraya. Dominique yaşlı kadını görür gülümser ama hiç karışmaz çünkü herkes eşittir. Kırmızı’da ise Valentine yaşlı kadına yardım eder şişeyi elinden alıp kumbaraya atar. Kardeşliğin, yardımlaşmanın önemi vurgulanmış olur. Bu üçleme onlarca gönderme pek çok ayrıntı taşır. İncelikli bir tarzı ve kamerası vardır Kieslowski’nin.
Üçlemede olduğu gibi tüm filmlerinde kaderci bir bakış hissedilir. Ama insan ve duyguları ön plandadır. Filmleri biraz da mistisizm içerse de bizi düşünmeye teşvik eder. Her ne kadar sinemayı bıraktığını açıklasa da daha sonra yeni bir film için çalışmalara başlar ama maalesef ömrü vefa etmez ve sinema tarihine derin izler bırakarak 13 Mart1996 tarihinde aramızdan ayrılır.
Neşe Ürel