SONSUZLUĞUNDA
EKİM ayının son günleriydi. Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyordu. Atatürk hastaydı ve bu Cumhuriyet Bayramı’nda ilk kez Ankara’da bulunmayacaktı. Bu nedenle üzgündü. Başbakan Celal Bayar’a Meclisin açılışı nutku için ve bir de törenlerde okunmak üzere bir mesaj yazdırdı. Bunlar Bayar tarafından Meclis’te ve törenlerde okundu.
Cumhuriyet Bayrımı gününde nöbet sırası Kılıç Ali’deydi. O Atatürk’ün yanındaki nöbet odasında yapayalnız oturmuş, denize bakarak düşünüyordu. Uzaktan bir vapur göründü. Yaklaşınca Boğaziçi vapuru olduğunu gördü. Devamını ondan dinleyelim:
“Boğaziçi vapuru Kuleli Askerî Lisesi öğrencileriyle dolu olarak geldi. Atatürk’ün yattığı odanın tam karşısında durdu. Öğrenciler hep bir ağızdan İstiklal Marşı’nı söyleyerek Atatürk’ü selamlıyorlardı.
Pencereye koştum. Atatürk’ün üzülmemesi için durmayıp yollarına devam etmelerini elimle işaret ediyordum. Vapurdakiler, elimi sallayarak ilerlemeleri için işaret verişimi Atatürk’ün karşılık vermesi olarak sanmış olacaklar ki “yaşa, varol” sesleri ve coşkun alkış etrafı çınlatmaya başladı. Geri çekildim. Kapının arkasındaki paravandan Atatürk’e baktım. Yatağında doğrulmuş oturuyordu. Öğrencilerin yaptığı alkıştan etkilenmiş, gözleri dolmuştu. Vapurdaki gençleri yataktan gözleriyle izliyordu. Bu bakış kısa sürdü. Sonra halsiz düşerek başını tekrar yastığa koydu ve içten bir “ah” çekerek gözlerini kapadı, düşünceye daldı.
Akşam olmuş Cumhuriyet Bayramı nedeniyle her yer ışıklarla donatılmıştı. Fakat bir yerde derin bir sessizlik vardı. Millet içten içe ağlıyordu *(Turgut, H. S.661).
***
ATATÜRK, hastalığını ölümcül olduğunu biliyordu. Ancak o hiçbir zaman hastalığını boyun eğmemiş, zayıf, düşkün olmamıştı. O meydan muharebelerinde olduğu gibi hastalığı sürecinde de alışkanlıklarından vazgeçmemiş, düzenli olarak tıraşını olmuş, kendine özen göstermişti.
Tarihler 8 Kasım’ı gösteriyordu. Yine Kılıç Ali nöbetçiydi. Saat 6.30 sularında Atatürk’ün berberi Mehmet koşarak gelir, Atatürk’ün fenalaştığını, istifra etmekte olduğunu haber verir. Ali Kılıç, Dr. Abravaya ve Hasan Rıza yanına koşarlar. Atatürk yatağının ortasında doğrulabilmiş, bulantının etkisiyle sürekli:
“Hay Allah kahretsin!” diyordu.
Bir ara sordu:
“Saat kaç?”
Hasan Rıza Soyak cevap verdi:
“Saat 7.00 efendimiz.”
Artık Atatürk sürekli saat kaç diye soruyordu. Hasan Rıza Bey, saati söylüyordu. Bu karşılıklı konuşma birkaç kez tekrarlandı.
***
10 Kasım 1938, saat 09.05 ‘te Atatürk öldü. Az zamanda çok ve büyük işler başarmış bağımsızlık önderi gözlerini kapatmış ve çocuklarına bırakmıştı başlattığı devrimlerini…
Dolmabahçe Sarayı’nın içinde ki durumsa şöyleydi. Üzüntüden kahrolanlar vardı. Salih Bozok, intihar etmişti ve kanlar içindeydi. Bir de sarayı terk edip açılacak olan yeni dönemde durumlarını sağlamlaştırmaya koşanlar vardı.
Ankara’da cumhurbaşkanı seçimi, yeni başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun atanması telaşı vardı ve bütün cumhurbaşkanlığı memurları hemen Ankara’ya çağrılmıştı.
Dolmabahçe sarayında Atatürk’ün yanında kalan üç-beş kişi çare arıyordu. Ankara telefonla aranarak bulundu. Durum Başbakan Celal Bayar’a iletildi. Bu telefon görüşmesinin üzerinden bir saat kadar süre geçmemişti ki, sarayda bir faaliyet başladı. Ordu müfettişleri cenaze hazırlıklarıyla görevlendirildi. Üniformalı subaylar Atatürk’e saygı nöbeti tutmaya başladı.
Bir ulusun kurtarıcısı, kurucusu ve aydınlanma devrimlerinin önderinin ölümünde yaşanan bu hazin tablo güç ve iktidar için yapılabileceklerin anlaşılması bakımından çok ibret vericidir.
Bugün bulunduğumuz noktada bizler onun önünde saygıyla eğiliyoruz. Hepsinden önemlisi yarım kalmış aydınlanma devrimlerini gerçekleştirememenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Ölümünün 84. Yılında şu soruyu yeniden kendimize soruyoruz: Onun gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinin neresindeyiz?
İktidar ve güç savaşlarının içinde olunduğu ve Atatürk’ün gösterdiği hedefin unutulduğu bir yerde olduğumuzu söyleyecek olursak çok da haksız sayılmayız. Ancak Türk milleti Atasının gösterdiği hedefe durmadan ilerleyecektir. Aksi biz olmayız. Biz olmayız derken; emperyalizme diz çöktürmüş bir ulusun ve onun essiz liderini anlamamış ve geleceğimize aktaramamış oluruz. Bu da yok olmamız anlamı taşır. Essiz liderinin önderliğinde verilen mücadele sonrasında bağımsız olmuş bir ulusu esaret ve sefalete terk etmiş oluruz.
10 Kasımlar yas günü değil onun gösterdiği hedefi gerçekleştirmek için onu anlama günüdür. Onun bizlere söylediği de tam olarak buydu:
“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir.”
Büyük Atatürk’ün fikirlerini ve duygularını anlamak, aktarmak ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşaması” için daima onun izinde olacağız.
Söz veriyoruz…
Saygıyla, minnetle ve özlemle…
KAYNAK
*Turgut, Hulusi “Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları”, 2020, İş Bankası Kültür Yayınları/İstanbul.