SUÇLU RUHLARIN YÖNETMENİ
SHOHEİ İMAMURA (1926-2006)
Japon yönetmen Shohei İmamura’yı da Ozu gibi İstanbul Film Festivali sayesinde tanıdım. 2002 yılında 11 filmini gösterdi festival ve ben altı tanesini izleyebildim. Ozu’dan oldukça farklı bir yönetmenle karşılaşmıştım. Japon sinemasının eski ve yeni pek çok önemli yönetmeni var ben de onları tanıdıkça ve filmlerini izledikçe bambaşka bir kültürü tanımaktan büyük keyif aldığımı fark ettim.
Imamura 1926’da varlıklı bir ailede dünyaya gelir, babası doktordur. 2. Dünya Savaşı tüm dünyayı olduğu gibi Imamura ailesini de etkiler. Savaş öncesi varlıklı olan genç Imamura, savaş sonrası hayatını kazanmak zorunda kalır ve karaborsacılık bile yapar. Japon alt sınıfı ile bu şekilde tanışır. İlk merakı tiyatrodur, edebiyat eğitimi alan yönetmen daha sonra bir film şirketinde yönetmen yardımcısı olarak sinemaya adımını atar. Yasujiro Ozu’nun üç filminde ona yardımcılık yapar, bunların en önemlisi Tokyo Hikayesi (1953) filmidir. Ozu ile çalışmıştır ona hayranlık da duymaktadır ama yaptığı sinema; kamerası, kurgusu ve anlattığı alt sınıflar ile onunkinden tamamen farklıdır.
İlk filmleri küçük bütçeli şirket siparişleridir. Daha sonra ısmarlama film yapmamaya karar vererek kendi tarzını oluşturur. Toplumun alt tabakasından insanları filmlerinin anti-kahramanları yapar.
1961’de çektiği Domuzlar ve Savaş Gemileri onun auteur olduğunun sinyallerini verdiği ilk filmidir ve sembolizm yüklüdür. 2. Dünya Savaşı bitmiştir. Bir Japon kentindeki Amerikan Deniz Üssüne donanma askerleri gelir. Japon Mafia’sı (Yakuza), fuhuş, karaborsacılık ve alt kültürün her türlü ahlak bozuklukları vardır filmde. Amerikalılar ve Japonlar arasındaki yaşananlara bakarken aslında kendi toplumunu kınamaktadır Imamura.
1963’te Böcek Kadın’ı çeker. Bir kadının 45 yılını anlatırken Japon kadınının tam bir portresini çıkarır. Film Japon festivallerinde pek çok ödül alır. Bu filmde anlatılan kadının hayatı örnek bir hayat değildir, tam bir hayatta kalma mücadelesidir. Savaş sonrası Japonya’sını gözler önüne serer Imamura yani Japonya’nın tam bir metaforudur Böcek Kadın.
Pornocular (1966) ve Tanrıların Derin Arzuları (1968) ile auteurlüğünü kanıtlar yönetmen. Ama gişede başarısız olur bu filmler. Ardından TV için çektiği Bir Adam Kayboldu (1967) ve Bir Konsomatrisin Ağzından Savaş Sonrası Japonya’sı (1970) gibi belgeselleri ise çok başarılı olur.
1979’da İntikam Benim ile kurmaca sinemaya çok başarılı bir dönüş yapar. 2002 yılında filmi izlediğimde hem irrite olmuş hem de yönetmenin simgelerini, anlatım tarzını ilginç bulmuştum. Film bir roman uyarlamasıdır. Filmin kahramanı Enokizu beş kişiyi öldürmekten tutuklanmıştır ve yakında asılacaktır. Geriye dönüşlerle onun geçmişini, aile ilişkilerini ve cinayetlerini izleriz. Enokizu çocukluğundan itibaren asi ve suça meyillidir. Gençliğinde suç işleyip hapse girmiştir, çıktığında da babası ile karısının arasında bir şeyler olduğu dedikodusu onu çileden çıkarır. Ayrıca çocukluğunda tanık olduğu bir olay nedeniyle de babasına kızgındır. Japon askerleri babasını aşağılamış o da bunu kabullenmiştir, kahramanımız bunu hazmedememektedir. Enokizu’nun kurbanları o kadar masum ve o kadar suçsuzdurlar ki bu onun cinayetlerinin acımasızlığını arttırmaktadır. “İnsan suça meyilli mi doğar yoksa yaşadıklarımı onu suçlu yapar?” sorusunu sorduruyor film ama demek istediği baştan belli “İnsan içindeki suçla doğar”. Suçun ve suçlunun olağanüstü portresinin çizildiği filmde, şiddet sahneleri olduğu gibi görüntülenir ki cinayetlere hiçbir mazeret bulamayalım. Enokizu Suç ve Ceza’daki Raskolnikov’u anımsatsa da burada suçlunun vicdan azabı duyması söz konusu bile değildir, tersine o yaptıklarından övünerek söz eder. Suçu ve suçluyu anlatırken kullanılan simgeleri özellikle son sahnede havada asılı kalan kemikleri çok ilginç bulmuştum.
Imamura 1983’te yine bir roman uyarlaması olan Narayama Türküsü’nü çeker. Film 19. Yüzyıl sonlarında Narayama Dağı eteklerindeki bir köyde geçer. Yoksulluğu, acımasızlıkları, bağnaz gelenekleri ve trajedileri anlatırken zaman zaman da izleyiciyi gülümsetir. Yoksulluk nedeniyle evden bir boğaz eksilmesi için yaşlanan anne babalar Narayama Dağı’na götürülüp bırakılır. Bu öyle bir gelenektir ki ebeveynlerini götürmeye kıyamayan çocuklar korkaklıkla suçlanır ve ailesini utandırdığı söylenir. Erkek bebekler tarlalara atılır, kız çocuklar satılır. Birisi hırsızlık yaparsa tüm aile diri diri gömülür ve bunlar olağan şeylermiş gibi yapılır. Olağanüstü kar manzaraları ile açılır film. Yumuşak bir film izleyeceği hissine kapılan seyirci yanılacaktır, izlenecek olan zor, acımasız ve iç burkan bir filmdir. Yaşlı Orin yaşlanmıştır ama sağlıklıdır, hala dişleri tamdır. Bu nedenle köylü onunla alay etmektedir o da dişlerin kırar. Her şey köyün acımasız doğası gibi çetindir. Orin’i oğlu onu Narayama’ya götürmek istemez ama o kararlı ve korkusuzdur, ailesini bu utançtan kurtaracaktır. Orin’in Narayama Dağı’na götürülüşü, oğlunun onu bırakıp dönerken zorlanışı, bu işin ayin gibi yapılışı olağanüstü sahnelerdir. Narayama Türküsü ile Altın Palmiye alır Imamura, daha sonra 1997’de çektiği Yılan Balığı ile de ikinci Altın Palmiyesi’ni alacaktır ve bu ödülü iki kez alan dört yönetmenden biridir.
Yılan Balığı da Akira Yoshimura’nın bir kitabından uyarlanmış düşük bütçeli bir filmdir. Balığa giden Takura şüphe ile eve döndüğünde karısını sevgilisi ile yakalayınca kendini kaybeder ve karısını acımasız ve korkunç bir biçimde öldürür. Aldatıldığını bir imzasız mektuptan öğrenmiştir. Sekiz yıl hapis sonunda şartlı tahliye olur. Hapishanede berberlik öğrenmiştir, ufak bir kasabada eski bir berber dükkanını açarak yeni bir hayata başlar. Tek arkadaşı içerde iken beslediği bir yılan balığıdır. Yaşadıkları onu aksi ve yabanıl yapmıştır. Olaylardan uzak durmaya çalışsa da tesadüfler yakasını bırakmaz. Bir genç kadın (Keiko) intihara kalkışmıştır, Takura onu bulur ve kurtarır. Keiko yanında çalışmaya başlar ama onun ailesi ve geçmişi de karışıktır. Keiko sabırla Takura’ya sevgisini sunar. Cinayeti işlediği, sonradan vicdan muhasebesini yaptığı sahneler çok etkileyici. İnsanın geçmişindeki hatalardan kolay kolay kurtulamadığını vurgulayarak yaşamı sorgular gibidir yönetmen.
Yönetmenin son filmi Kızıl Köprünün Altından Akan Ilık Sular (2001) izlediklerim içinde en sevdiğim filmi oldu. Gerçeküstü bir aşk öyküsü anlatır film. Yine Altın Palmiye’ye aday olur ama bu kez alamaz. Değişik bir Japon kadını vardır hikâyede. Boyun eğen Japon kadınının tam tersi kuvvetli bir karakterdir bu kadın (Saeko). Yıl 1990’dır ekonomik krizde Yosuke işini ve ailesini kaybetmiştir, iş aramaktadır. Sokakta tanıdığı evsiz yaşlı Toro ölür ve arkadaşları onun sakladığı bir altın Buda heykeli olduğundan şüphelenmektedirler. Yosuke bu sırrın sadece kendine söylendiğini sanmaktadır ama maalesef tek kişi o değildir. Toro’nun sözünü ettiği hazineyi bulmak üzere yola çıkar tarif edilen kızıl köprüyü ve etrafında boru çiçekleri açan ahşap evi bulur. Yalnız orada çok ilginç bir durumla karşılaşır. Yaşlı ninesi ile o evde yaşayan Saeko’nun içinden ılık sular kaynadığına tanık olur ve ona bağlanıp kasabada kalır. Toro’nun sözünü ettiği hazine belki de budur. Yaşamda yenilmiş Yosuke’nin kendisiyle ve yaşamla hesaplaşmasını sağlıyor buradaki yaşantısı. Yaşlı ninenin kehanetleri onu etkiliyor. Cinsellik, sağlık, cenin ve su ile ilgili simgeler kullanmış Imamura. Çocuğun doğum sırasında anneden boşalan sular gibi, her birleşmede Saeko’dan akan ılık sular, cinsellikle çocuk arasındaki bağlantıya, kadının doğurganlığına bir işaret gibi. İnsana çılgınca ve komik gelen Saeko’nun ılık suları çiçekleri açtırıyor, nehrin o bölümüne balıkları çekiyor. Siyahi bir atletle Japon bir genç arasındaki diyaloglarla da ırkçılığa bir gönderme yapıyor ve Japon kültürü ile siyahi atletin kültürünün farklılığını ironik biçimde anlatarak bizi güldürüyor. Her zaman görülemeyecek incelikte ve güzellikte, dopdolu ve keyifli bir film.
Imamura sineması tedirgin edicidir ama gerçeklikten beslenmiştir. Onun kadınları çaresiz değildir, kararlıdır, kaderlerine razı olmazlar. Filmlerinin kahramanları alt sınıfın çıkışsız insanları, suçlular, fahişeler, pezevenkler ve katillerdir. Onun Japonya’sı Yasujiro Ozu ve Nagisa Osima’nın filmlerinde gördüğümüzden çok farklıdır. Bence Ozu yorgun ruhların yönetmeni ise Imamura da suçlu ruhların yönetmenidir.