Sultan
Dalgaların kayalara çarpışının sesi ve taşıdığı tuzun kokusu, üzerinde durduğu köprünün ayaklarından yüzüne doğru yükseliyordu. Açık denizden gelen soğuk esinti yanaklarında geziniyor, gözlerini sulandırıyordu. Hayret, oysaki gözlerini sulandıracak çok başka sebepleri bulunuyordu. Yaşlı gözlerinin önünden başlayan koyu lacivert deniz, kara geceyle bir olduğu ufka doğru uzanıyordu. Bir bilinmezliğe doğru uzanıyordu. Tıpkı geleceği gibi.
Gecenin esintisinden korunmak için omuzlarına koyduğu kaftan, yükleneceği sorumluğun ağırlığını hatırlatmak istiyor gibi ağırdı. Başında taşıdığı kavukta cabası… Belki bir daha kafasını kaldırıp sonsuz denize, sonsuz gökyüzüne, sonsuz geceye bakamayacağını anlatıyordu. Bir gayretle, son kez bakmak ister gibi kafasını kaldırdı. Suratına yağmur gibi yıldız yağdıran gökyüzüne baktı. İnsan bu sonsuzluklara bakınca kendini ne kadar sığ, yalnız, ve değersiz hissediyordu. Köprünün altında yankılanan bir dalganın kabarıp kendisine kadar ulaşmasını istedi. Ona tutunup durmaksızın gökyüzüne doğru fırlamak istedi. Dalganın getirdiği bir tuz tanesinin kayalara çarpışı gibi, bir yıldıza çarpıp bin parçaya dağılmak istedi. Kaçmak istedi, kendisinin hiç istemediği halde ona verilen sorumluluklardan.
Yükselmek istedi göğe doğru, yüce Yaratıcıya doğru. Sormak istiyordu çünkü, o muydu bu işin sorumlusu? Ya da onu dünyaya getirdikleri için annesi ve babası mıydı? İki önceki gece ölüp, göçüp giden babasından, artık hesap soramazdı. Ama biliyordu sorumlu babasıydı. Babası ölüp gitmese, kimse ondan babasının yerine geçmesini istemezdi. Babası o kadar kudretli olmasaydı, o kendini bu kadar güçsüz hissetmezdi. Babası sultan olmasaydı kimse ona sultan ol demezdi.
Dağınık duran yıldızlar babasının aydınlık bir portresine dönüşecek şekilde düzene girdi. Acaba babasını doğru düzgün hatırlayabilmiş miydi? Önünde gözüken kişi babasına benziyor muydu? Çünkü; babasını son gördüğü hali bundan neredeyse iki yıl önceydi. Aralarındaki mesafe belki dört günlük yoldu. Hatta kara haber getiren ulak durup dinlenmeden, at değiştirerek bu mesafeyi iki günde katetmişti. Fakat yola çıkılmayınca iki günlük mesafede, iki adımlık yol da geçilmiyordu. Ne babası ne de o, o yola çıkmamıştı. Acaba sultan olunca böyle mi oluyordu? İnsanın çocukları ile dahi arasına mesafe mi giriyordu?
Sahi babasının çocukları yani kardeşleri acaba ne yapıyordu? Haberi alanlar var mıydı? Onlar da onun hissettiklerini mi hissediyordu, babasının yasını mı tutuyordu? Ya da onun istemediği sorumluluğu zorla elinden almak adına, kılıç kuşanıp, üzerine doğru yürüyen var mıydı? Soylarının geçmişi bunun gibi birçok olaya tanıktı. Eğer birisi gelirse, altın tepside hakkını ona devretmeye, hemen o an razıydı. Neden sultan olmak istesin ki? Hem neden birisi sultan oluyordu ki? Babasının oğlu olmak bunun için yeterli miydi? Bakışlarını gökyüzünden indirip, arkasında el pençe divan duran ulak ve askerlere baktı. Onlar için bu yeterli olmalıydı. Çünkü; önceden “Şehzadem…” diye hitap edenler, haberin ulaşmasından sonra hemen “Sultanım…” demeye başlamışlardı bile. Sultanlarına sadakatleri ile meşhur olmak isteyen bu insanlar, sultan olarak ölen babasına mı, yeni sultan olarak gördükleri ona mı, yoksa sultanlık makamının kendisine mi sadıktılar?
Kim yoktan var etmişti bu sultanlık makamını? Her şeyi yoktan var eden Yaratıcı mı? O mu onların ailesine atamıştı bu makamı? Onun dönmesiyle başlarını kaldıran ama göz göze gelmeye çekinerek belirsiz yönlere doğru bakan bu adamlar, sultanlarının, Yaratıcının onlara lütuf olarak gönderdiği bir kişi olduğuna inanıyordu. Oysa ona göre, kendisi sadece babasının oğluydu. Karşısında duran insanlardan belki yegane farkı buydu.
Bu yegane fark onu benzersiz bir insan kılamazdı. Etrafındakiler gibi sıradan bir insandı. Biliyordu, o ne bir Tanrı lütfüydü, ne de bir sultandı.
Omuzlarındaki kaftan hızlıca daralıp nefesini kesiyormuş gibi oldu. Çıkarıp yere attı. Arkasında pür dikkat onu izleyenler, tutmak için hamle yaptılar. El işaretiyle onları durdurdu. Ruhuna büyük gelen görevi gibi başına büyük gelen kavuğu çıkarıp, yere çaldı. Rahatlamıştı. Diğer insanlara daha çok benziyordu artık. Aralarındaki fark; şu an onların yüzlerinde büyük bir şaşkınlık olmasıydı. Üzerine doğru yağan yıldızlar, alev alev süzülen oklara dönüşmüş, vücuduna bir bir saplanıyordu. Serin suların sesi, kulaklarında bir çağrı gibi yankılanıyordu. Hızlıca bir iki adım atıp, köprünün kenarına çıktı. Sonsuz denize, sonsuz geceye, sonsuz gökyüzüne son kez baktı. Bu sefer boşluğa doğru bir adım attı. Arkasından köprünün kenarına koştular, suya atlamak için hemen soyunmaya başlayanlar dahi oldu. Sadakatlerinin kime olduğu yine belli değildi.
Koyu lacivert deniz, bir sultanı yuttuğundan bihaber dalgalandı ve kara geceyle bir olduğu ufka doğru uzandı.
Barış Mercan
Resim: Necla Yıldız