Özgür Zeybek: Modern dünyanın karmaşası ve güncelin yüklediği ağır sorumluluklar karşısında duyarlılığını koruyan, umut ışığını söndürmeyen bir şair olarak, toplumcu gerçekçi şiirin ifade gücünü ve bu yaklaşımın kendi şiirsel yolculuğunuzdaki izlerini nasıl tanımlarsınız? Bu yolculukta bireysel sesinizle toplumsal sesin birleşimi size ne tür kapılar açtı?
Tuğrul Keskin: Şiir yazmaya başladığım ilk zamanlardan bu yana, yeni bir şey söyleme çabamın yanında, şiirin hangi acılardan, yolculuklardan geçerek günümüze ulaştığıyla da son derece ilgiliyim. İlk şiirlerimdeki (Bir Suyun Kıyısında) göndermelerin nereye yapıldığı ve adını andığım kitaptaki referanslarda bu durum net biçimde görülür. Yani ki ben şiiri ‘herkesin kendinden menkul bir hale getirdiği alan’ olarak görmem. Durmaksızın geliştirilmesi gereken ve bu yapılırken de algı, sezgi ve bilginin her zaman haksızlığa uğrayandan, acı çekenden, sözü olandan yana açık tutulması gerektiğine inanırım. Bunun için benim şiirim ‘yeni zaman ağıdı’ gibidir. Birlikte yaşadığı insanla/insanlarla ilgilidir; öznel olduğunca toplumsaldır. Benim anlayışımda şair, anayurdunun ve onun içinde yaşayanların acısını, aşklarını anladığınca ve yazdığınca şairdir.
Ö. Z: Şiirinizin zaman ve mekânla kurduğu ilişkiyi açmanızı rica ederim. Dizelerinizde, “Dünyanın her köşesinden odamıza sızan acılar” gibi ifadelerle, dünyanın sizi saran geniş bir hüzün coğrafyası olduğunu hissettiriyorsunuz. Peki, bu esenliksiz uzamdan kurtulma arayışınızda, çocukluğunuzun masum anıları, memleketinizin derin kökleri ve İzmir’in kendine özgü melankolik huzuru size nasıl bir sığınak oldu? Bu unsurlar şiirinizin yönünü ve duyarlılığını nasıl şekillendirdi?
T. K: Kuşku yok bir şiir oluşurken zaman, mekan, sezgi sonsuz önemde… Hem ‘insanın tek yurdu çocukluğuyken’, bazen oturup durup çocukluğunuzu yazarsınız; imgeler o yıllardan süzülür gelir fark bile etmezsiniz! Nitekim son kitabım ‘Ürperti’de çocukluğumdan, ilk gençliğimden sızan ne çok imge, imaj, metafor var…
Ö. Z: Edith Hamilton Mitologya adlı kitabında şöyle der “Aigeus günlerdir geminin yolunu gözetliyordu. Uzakta beliren kara yelkenleri görünce oğlunun öldüğünü sanıp kendini denize attı. O sulara da Aigae (Ege) Denizi adı verildi. Theseus böylece Atina kralı oldu. Akıllı bir insandı, öyle krallıkta falan hevesi yoktu. Halkı toplayarak kendisinin kral olmak istemediğini söyledi. “Ben yalnız Başkomutan olarak kalmak istiyorum.” dedi. “Siz kendi kendinizi yönetirsiniz. Kimi başa geçirmek istiyorsanız kendi oylarınızla seçersiniz.”
Ege’nin, demokrasinin beşiği olduğu söylencesinin köklerini ve gerçekliğini düşündüğümüzde, bu coğrafyanın tarihsel derinlikleriyle bugünkü sosyal dokusunu nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Diğer bölgelerle kıyaslandığında, Ege’nin görece özgür bir soluklanma alanı, farklılıkların bir arada yaşam bulduğu, çok sesli bir mozaik oluşunu nasıl yorumlarsınız? Bu toprakların geçmişi, bugünü ve geleceği, hem yaşamınızda hem de şiirinizde nasıl bir anlam ve yansıma buluyor?
T. K: ‘Ege’ incelikler bölgesi işte… Hem andığın mesel de başlı başına şiir, fakat acılarla dolu bir şiir. Belki bundan olsa gerektir bu topraklar acı da hiç bitmedi, bu coğrafya keşfedildiğinden bu yana hep acı içinde. İşte bu topraklarda yazılmış en büyük destan; Odessa ve İlyada yalnızca acıları ve ölümleri anlatıyor, çünkü şiirin varoluş nedeni acıdır biraz da; haksızlığa uğrama duygusunun anlatımıdır. Yani Ege’de o yıllarda yaşanan acılardan, kırımlardan geriye ne kalmıştıysa aynen devam ediyor aslında, çünkü insan geçmişini anlayan ve geliştiren bir varlık değil, acı ki bu böyle! Fakat şiir biraz da, bütün bunlar son bulsun için yazılıyor sanki, ama bir işe yarıyor mu? Bundan emin değilim.
Ö. Z: Son şiir kitabınız Ürperti okurla buluştu. Tuhaf bir ürpertiyle yeniden büyük şeyler kurmuşsunuz; hayata ilişkin, alçaldıkça alçalan bu düzen için. ‘Ülkem Benim’ diyen Toplumcu Gerçekçi ve enternasyonalist şairin sesini baskın duymaktayız. ‘Yenilikçi direnç şiirleri, tarihsel belleğin ve sokağın da sesidir’ diyebilir misiniz?
Öte yandan Ürperti’de farklı söyleyiş ve düzyazı şiirlerin semantik yapıyı daha da öne çıkardığını görmekteyiz.Bir yandan da kültürel kodların değişimine dair yeni bir yapılanmayı işaret ederken sorguluyor. Bu anlamda, Politik ve sosyal konuları işlerken şiirin estetiğinden ve didaktik yapının öne çıkmasından endişe ettiğiniz zamanlar olur mu?
T. K: Söylediğin gibi benim şiirim onurun, teslim olmamanın, direncin şiiridir, evet! Bizim öğrendiğimiz ve sürdürdüğümüz geleneksel kavrayış, yaşamları pahasına teslim olmayanların izcisidir ve bu insanlık onuru için direnen bellek, benim şiirlerimin de birinci elden kılavuzu, yıldız burcudur. Denebilirse ilk insandan bu yana tarih, sınıf çatışkıları üstüne kuruldur ve tarihin bütünü de neredeyse sınıf çatışkılarının toplamıdır; en azından benim anladığım budur ve kendi direnç noktamı tam da bu anladığım yerden sağlamlaştırmaya çabalıyorum. Bundan ötürü benim şiirim onuru için ‘ayağa kalkmaya’ çağırır insanı ve bunu bıkıp usanmadan biteviye yapar. Çünkü ve aslında tarihin insanlığa öğrettiği de budur ‘ayağa kalk’. Şöyle düşün bir; bütün insanlar dört eli üstünde yürürken daha, yani insan omurgası gelişmemişken daha, bir ilk insanın omurgası güçlendi ve ayağa kalktı, işte o ilk ayağa kalkan insandan bu yana tarih omurgalılar ile omurga>sızlar arasındaki savaştır; benim şiirim bu savaşta ayağa kalkan adamdan yana oldu hep. Dara çekildiler, evet! Derileri yüzüldü, evet! Asıldılar, evet! Yakıldılar, evet! Ama onlar ve izcileri insanlığı omurgası üstünde dimdik durmaya; sokağa, meydana çağırdı yine de ve bizler aracılığıyla çağırmayı sürdürüyor elbette!
Diğer konuya değinecek olursak; Benim bir şiir dilim var. Ve bu dil yapay kurgulara, sentetik metaforlara, hayat dışı imgelere yüz vermez hiç, şiirin derinlikli dilidir bu dil ve yalnızca yaşamın öz suyundan beslenir. Ben bu dili ateşlerde sınanmış şairlerden öğrendim; yüzülmüş derisini sırtına vurup, kentin yedi kapısından birden çıkıp gidenlerden öğrendim. İnsanlığın binlerce yıllık acısından, sevincinden, mücadelesinden süzülüp gelen bu derinlikli dil, şairin şiir dilini terk etmesine izin vermez. Kırk yılı aşkın bir zamandır bu şiir okulunun bir öğrencisiyim ve bu okulda öğrettim şiirime solgun bu halkın dili olmayı. Bunun için Ürperti’deki politik şiirlerin hiçbiri şiir dili ve estetiğinin dışına çıkmaz, tam da oradan seslenir okura.
Ö. Z : Şiiri amaç değil, araç olarak kabul ediyorsunuz. Ancak bu biçimi ve estetiği önemsizleştirmiyor, sözgelimi klasik şiirin ve halk şiirinin biçimsel ve estetik etkilerini şiirlerinizde görmek mümkün. Gelenekten kopmak yerine onun içinde modern üretimler yapmayı amaçladığınız söylenebilir mi?
T. K: Şairin gelenekten kopması diye bir şey söz konusu olmamalı, çünkü şiir yaratım gücünü biraz da oradan alır. Şiirin tek okulu kendinden önce yazılmış şiirleri ve yaşanmış hayatları doğru anlamaktır, şairi besleyen önemli kaynaklardan biri de budur. Bundan ötürü, elbette, geleneği devrimci bir tarza dönüştürmek de şairin işidir. Sözgelimi geçmişteki eylemlerin, durumların veya şiirlerin içindeki devrimci özü bulmak şairin işidir. Geleneği doğru noktadan anlayıp dönüştürmek de şairin işidir ama bütün bunları yapmak kolay mıdır? Hayır. Şair, bunları geleneğin kendisine rağmen yapmak zorundadır. Bugünlerde Mazdek’ten başlayarak (yani 450’ler olmalı) 1600’lü yıllara kadar olan on civarında halk hareketini inceliyor, şiirlerini yazıyor ve isyanları içindeki devrimci özü arıyorum. Bunu yapmak zorundayız, değilse bütün tarihimiz gericilerin akıl almaz yalanlarıyla büsbütün karanlığa gömülüyor. Nâzım, Şeyh Bedreddin’i yazmasa Bedreddin, Fetret Dönemi’nde yaşamış on üç fıkıh kitabı (İslam Hukuku) olan bir zat olarak tarihin karanlığında kalacaktı. Ama öyle bir iş yaptı ki Nâzım, bütün tarihimizin en muhteşem destan yapıtlarından biri ortaya çıktı ve oradaki devrimci öz; hepimizi umuda, geleceğe daha kararlı bakmaya yöneltti. Ondan öğrendiklerimizle şimdi bambaşka çalışmalar yapıyoruz. Sıklıkla söylüyorum: Kuşkusuz insan her şeyi gelecek için yapar ama geriye dönüp bakmayı unutursa geleceği de kuramaz, bu kadar açık!
Ö. Z: Karanlığa karşın umudunu yitirmemiş bir şair, iyimser dizeler… Bu iyimserlik, 40 Kuşağı’nda baskın olmasa da evrensel toplumcu gerçekçi anlayışın bir ilkesi. Ürperti’den hareketle iyimserlik ve umut açısından poetikanızı değerlendirir misiniz?
T. K: Ben; eşit, kardeş ve sınırların olmadığı bir dünyada yaşama özlemi olan bir şiir emekçisiyim. İnsanı varlığının bütün eksik ve fazla yönleriyle kabul ederim, “insana özgü hiçbir şeyi yabancı görmem.” İşte, bu diyalektik bakış açısı ve yaşam tarzı kişiyi iyimser ve kötülükler karşısında umutlu, dirençli yapabiliyor. Bizim öncülümüz kuşağın insanları (şairleri, yazarları, komünistleri) büyük acılar çektiler, yaşadılar ama en umutsuz anlarında bile umutla düşlediler ve yazdılar; geleceğe (bizlere) umutlu düşünceler, şiirler, metinler bıraktılar. Bunun için hiçbirimizin umutsuz olmaya hakkı yoktur. Çünkü umutsuzluk bir yanıyla yenilgidir. Yenilgiyi asla kabul etmem, edemem! İnsan bilinçli ve bağlı bir varlıktır. O bilinç, bizleri geçmişimize bağlar ve oradan da geleceğe kuşkusuz…
Ö. Z: ÜRPERTİ okurdan büyük ilgi gördü ve bir ay gibi kısa bir sürede ikinci baskıyı yaptı, şiir adına sevindirici bir durum. Öncelikle sizi, emeğinizi gönülden kutluyorum. Bu kitaba geçmeden önce öğrenmek istediğim birkaç konu var. Bu nedenle ilk sorum şöyle: 80 darbesinin baskıcı ortamında “Yeni bütüncü şiir Hareketi”ni oluşturan ve manifestoya imza atan beş şairden birisiniz. Nazım Hikmet çizgisinde “kendini biriktiren bireyin şiiri” diye özetlenen bu anlayış, nasıl oluştu, şiirimize neler kazandırdı ve niçin kısa sürede bitip her şair kendi yolunda ilerledi?
T. K: Teşekkür ederim. Aslında ‘Ürperti’nin kendisi bizatihi ‘kendini biriktiren bireyin’ şiirlerinden oluşuyor… Bilirsin şiir yazmak serüvenin kendisi de biriktikçe varlığını daha derin duyumsatır. Benim açımdan, Yenbütün’ün oluşumuna da katkı sağlayan şiir anlayışımın varlığını, son yazdığım şiirde de hissedersin; belki daha gelişmiştir, belki daha derli topludur ama o ilk bulduğum sesin genişlemiş, derinleşmiş halidir biraz da bu…
Senin de tespit ettiğin gibi, 1980 darbesinin denebilirse hemen ardından ‘piyasayı’ uzlaşmacı, popülist, hayat dışı şiirler, edebiyat metinleri, filimler kaplamıştı. Anlamın şiirden büsbütün kovulmak istendiği, şiirin biçemden daha çok bir biçim meselesi olduğu savları şiir mahfillerinde sıkça konuşulur olmuştu. Veysel’le (Çolak) bu ortam ve yazılanlardan rahatsızlığımızı sıklıkla dillendiriyor, hiç değilse kendi şiirimizi bu kirliliğe karşı korumaya çabalıyorduk. Durmaksızın konuştuğumuz, tartıştığımız, zalimin zulmüne karşı direnç alanları oluşturmaya çabaladığımız zor yıllardı… Ve bir yandan da, benim şiirimi yeni oluşturduğum ve Veysel’in de şiirini geliştirdiği yıllardı elbette…
Ülke faşist bir diktatörlük altında acımasız eziliyordu; kitap bulundurmak, konuşmak, bir araya gelmek, eleştirel metinler yayınlamak neredeyse büyük bir suçtu! Ülkeyi yöneten faşist cunta, son yirmi iki yıldır yaşadığımız bu karanlığın, bu aydınlık düşmanlığının taşlarını döşüyordu, bunu görüyorduk; insan karanlık bir labirente kovulmak üzereydi ve bu karanlığı görüyorduk, bütün bu yapışkan sise karşı şiirin en derinlerdeki sesini yükselttik biz, yaptığımız tam da buydu.
Yine elbette ek olarak söylenmeli ki kapitalizm yalnızca ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde insanlığın evrensel değerlerinden, eşitlikten yana iyi olan neyi varsa tamamına karşı amansız, acımasız bir savaş açmıştı. Bir yanda Sovyetler Birliği diz çökertiliyor, diğer yanda sosyalist ülkelerin tamamı kapitalizmin şiddetli vuruşlarıyla çözülüyordu. Ülkemizse piyasacı liberal ekonomik programların uygulama alanına dönüştürülmüş, insandan yana yüz yıllardır birikmiş ne varsa tehdit altındaydı, bu bataklığı sen de çok iyi hatırlarsın…
Tam da böylesi bir ortamda, 1987 yılında Seyit Nezir İzmir’e geldi. Benim Hatay semtindeki evimde sabahlara kadar manifestonun içeriğini konuştuk, tartıştık, konuştuk… Başlangıçta şu isimlerin manifestoda yer almasını öngörmüştük; Ahmet Telli, Veysel Çolak, Seyit Nezir, Tuğrul Keskin. Nitekim Seyit, Ankara’ya Telli’yle konuşmaya gitti, ancak o yıllarda kendine göre haklı nedenleriyle Ahmet Telli manifestoya imza koymadı. Ve manifesto, Broy’un 1987 Aralık sayısında ve Seyit Nezir’in ‘İnsanın Beyaz Kokusunda’, Veysel Çolak’ın ‘Ölüler Diyaloğu’, Metin Cengiz’in ‘Bir Tufan Sonrası’ (Metin’in ilk kitabıdır bu) ve Tuğrul Keskin’in ‘Kırılan Kar Sesi’ adlı kitaplarımızda yayımlandı. Hüseyin Haydar’ın o yıl hazır bir kitabı olmadığı için sanırım, imzası manifestonun altında kaldı yalnızca…
Manifesto imzacılarının yaş olarak en gençleri ben olsam da; sonuçta hepimiz genç şairlerdik, yepyeni ve halkından yana bir şiiri arıyorduk. Bundan ötürü hem kendi şiir tarihimizden ve hem de binlerce yıllık dünya şiir tarihinden süzülüp gelen bir metin çıktı ortaya, adını hep özlediğimiz ‘yeni insana’ bir gönderme olması umuduyla da ‘Yenibütüncü Şiirin Manifestosu’ koyduk.
Şiirimize neler kazandırdı bahsine gelince; o yıllarda Broy Dergisi’nin yaktığı ışık, şiirimiz için bir cesaretti, yok olmadığımızın, hâlâ yaşıyor olduğumuzun bir kanıtıydı, az şey miydi bu? Aslında Yenibütün’ün şairleri kısa sürede dağılmadılar, hayat başka rotalar koydu herkesin önüne; yalnızca Hüseyin manifestonun yayınlanışından kısa bir süre sonra pek bizimle hareket etmedi; diğerleri bir biçimde şiir dostluğunu korumaya çalıştı hep…
Ö. Z: Ürperti, 2018’de yayımlanan Kavil’den sonra yazılan şiirlerden oluşuyor. “Koyu karanlık günlerden geçiyoruz/ Ah ki koyu karanlık bütün evren/ Ormanlar yangın, içimdeki uğultu dilsiz/ Büyük şeyler kuruyorum hayatıma ilişkin” diyen toplumcu bir ozan Tuğrul Keskin. Türkiye’nin son beş yılını ve içinizdeki o dilsiz uğultuyu biraz anlatır mısınız.
T. K: Aslında Türkiye’nin son beş yılından daha çok, son yirmi yılını konuşmak gerek; ürpertiyle geçti çünkü son yirmi yıl! Düşünsenize iyi olan ne varsa artık yok! Hem yaşımız itibari ile iyi bildiğimiz şeyler kayıp gitti ellerimizin arasından, hem de ülkenin hiç görmediği kadar kötü, iş bilmez insanların beceriksizlikleri sonucunda yok oldu. Özellikle son beş yılda, ama ne çok orman küle döndü; binlerce dönüm mü, on binlerce hektar mı, ne kadar? Gariptir, bu yangınları evim yanıyor gibi kalbimde hissetim hep; neden biliyor musun? Çünkü içimde bir yer dağlardan şehre inmiyor hiç! Ve sanırım kitabın dördüncü bölümü olan ‘Kuşlara İnandımdı Bir Vakit’i de bu duyumsayış yazdırdı. Her köşesi yanan bir ülkede yaşamaktan usansak da, sonuçta bu topraklar yurdumuz bizim; şiirini yazdığımız, çocuklarımıza hazırladığımız yurdumuz; çıkacağız birlikte bu yangından, çıkacağız, çok yakında!
Ö. Z: “Eskil esrik sokaklar, uçurum uğultusu, ölümün ahmak pususu, eksik ömürler gülistanı, yara yardan yar yaradan, yanık meşeden sızan kan, yarına çoğalan bellek” örneklerinde olduğu gibi “dil yeniliği” de diyebileceğim yeni bir dil; geleneksel halk şiirimizde de görülen imge- metafordan ya da yer yer metaforik anlatımdan da yararlanarak sizi farklı kılan bir “Tuğrul Keskin şiir dili” oluşturuyorsunuz. Ozan ve şiir dili, ozanda şiir sorumluluğu konusunda özellikle genç ozanlara neler söylersiniz?
T. K: Kuşku yok ki şiir yazmak sorumluluktur. En başta binlerce yıllık şiir geleneğimize karşı bir sorumluluk; sonra elbette dilimize karşı… Çünkü dil kimlik oluşturur aynı zamanda, diliniz yoksa değil şiiriniz, kimliğiniz de olmaz. Ve biliyoruz ki dil canlıdır, yürür, çoğalır yahut silinir yok olur. Şairler en başından bu yana içine doğdukları dilin zenginleşmesi, genişlemesi için yazdılar, çaba harcadılar çoğu zaman. Genç şairler bilmeli ki Türkçenin buna daha da çok ihtiyacı var, çünkü yeniden Arap dilinin ağır saldırısı altındadır.
Ve hiç kuşku yok ki yalınızca şairlerin yahut yazı insanlarının değil, bir anadilin içine doğmuş herkesin dili yurdudur. Hiç kimsenin anadilinden daha şefkatli bir dostu da olmaz yaşamı boyunca… Siz anadilinizi ne kadar severseniz, anadiliniz de tıpkı bir anne gibi sizi korur ve istemediğiniz kadar ürünler verir yaşamınız boyunca. Bu ürünler bazen bir aşkın peşine düşürür, rüyalar kurdurur size; bazen de büyülü şiirler olarak kalır elinizde…
Belki de bu kavrayıştan ötürü Yahya Kemal, daha 1900’lerin başında “bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyerek, dille bireyin varoluşu arasındaki güçlü bağın altını bir kez daha kalınca çiziyordu… Bunun bir sonucu olarak da, şiirlerinde kullandığı aruz ölçüsünü (klasik Arap/Fars şiirinden alınarak işlenmiş bir şiir kalıbı) yapay ‘kırma’ bir dil olan Osmanlıcayla değil de, duru bir Türkçeyle yazmayı seçiyordu. Böylece Türk dilinin yalnızca heceyle yazmaya elverişli olduğu kanısını da yıkmış oluyordu. Kendi anadilinin ses ve çağrışım zenginliği ona, nefis şiirler olarak geri dönüyordu… Ey genç şair; kendi diline gösterdiğin şefkat ve özen seni asla yanıltmaz; o dil de sana aynı şefkat ve özenle geri döner mutlaka, hiç unutma!