Vejetaryenlikten İnsanlığa
(Simay Özlü Diniz)
“Vücudumda yapraklar yeşeriyordu, ellerim kök salıp… toprağın altına uzanıyordu. Durmaksızın, durmaksızın…”
Ne olursa olsun, şiddet nereye varırsa varsın soyunu hatta ırkını devam ettirmeye çalışan insanlık ve karşısında doğa… Kim kazanır dersiniz? Hem de öylesine bir insan değil, dünya üzerindeki en tehlikeli, en ölümcül varlık homosaphiens’ten bahsediyoruz. Sahi insan olmaktan utanan sade ben miyim? Hani haberlerde bir tecavüz, cinayet, savaş veya vahşet okuduğunda… Haksızlıklar, ahlaksızlıklar ve arsızlıklarla karşılaştığında… İnsanın dünyaya hükmetmek ve mümkünse kendi dışındaki canlı cansız her varlığı hizmetinde kullanmak için müthiş bir çaba harcadığına tanık olduğunda insanlığı terk etmek isteyen sadece ben miyim? Han Kang’ın Vejetaryen kitabını okuduğumda ve onun dünya çapındaki en iyi edebiyat ödüllerinden birini aldığını düşündüğümde yalnız olmadığımı görüyorum.
Kırmızı Kraliçe teorisine göre hayatta kalmak için sürekli koşmak ve diğerlerinin arkasında kalmamak için çabalayan bir insan türüyüz. Oysa keşke bir ağaç gibi kendi kendimize yetip hiçbir varlığa zarar vermeden yaşayabilsek. Şiddetsizlik bizim tek ilkemiz olabilse. Hani üstadın dediği gibi “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.” İşte kitaptaki Yonğhe’nin de tek arzusu bu aslında. Ancak kimse onu anlamadığından, hatta doğru düzgün dinlemediğinden kendini açıklayamıyor bile. Bu şiddetsizlik isteği ise onu bir ağaç olma sanrısına kadar götürüyor. Ancak cevap verilmesi gereken asıl soru şu: Deliren gerçekten o mu, yoksa bizim yaşam şeklimiz mi delilik esasında?
“Karşısında duran genç kadın bedeni normalde bir arzu objesiydi, ancak bu beden bütün şehvetten arınmıştı. Kadın, vücudunun temsil ettiği hayata karşı çıkıyordu.”
Yonğhe bir kadın olarak toplumda birey olmaya, kendi kararlarının arkasında durmaya çalışıyor. Gördüğü vahşet dolu rüyalar yüzünden et yemeyi bırakıyor. Oysa toplum bize roller vermeyi o kadar seviyor ki onun vejetaryen olmasına dahi izin vermiyor. Yonğhe ise bununla birlikte hayatında ilk defa bedeninin kendine ait olduğunun farkına varıyor, kendi bedeni ve tercihleri için savaşıyor. Hatta sonrasında bir hayvan gibi kişilerden ziyade arzularının peşinden gidip cinsel dürtülerini de serbest bırakıyor. Ancak bir darbe de bu sebeple alınca sonunda bitkiye dönüşmekten başka çare bulamıyor. Doğumundan beri babasından, kocasından ve çevresinden farklı şiddet türlerine maruz kalmış Yonğhe bireyselleşme hikayesinde de kendini bu durumdan kurtaramıyor. En son akıl hastanesindeki görevlilerin zorbalığına da maruz kalan kadın insan olmanın acınası halini gözler önüne seriyor.
Kitapta Yonğhe’yi üç kişinin bakış açısından görüyoruz; kocası, eniştesi ve kız kardeşi. Bir de hikayede kadının, tüyler ürpertici derecede etkili bir sanat çekimi sahnesi yer alıyor. Bu üç anlatıcının gözü sanat sahnelerini çeken kameranın üç ayağını anımsatıyor. Üç göz birleşerek kadını farklı açılardan kayda alıp tasvirini tamamlıyor. Sanat çekimleriyle ilgili kısımlar ise sanat adına nereye kadar gidilebileceğini ve etik çizginin nerede çizilmesi gerektiğini sorguluyor. Yonğhe’nin kayıtsız tavrı ise onun artık insan dışında bir tür haline gelmeye başladığının ve bu tür etik tartışmaların çok uzağında olduğunun bir ispatı biçiminde algılanıyor.
“Uzun süredir bastırılan, dayanılamaz nefret. Sevgi ile maskelenmeye çalışılan nefret. Ancak şimdi maske çıkıyor.”
Yonğhe’nin durumunu ilk kitabımın hikayelerini yazarken içimden kendimin dahi inanamadığım şiddet sahneleri çıkmaya başladığındaki şaşkınlığıma benzettim. Hatta başlarda tıpkı onun gibi et yiyemedim, ancak sadece bir sene boyunca. Daha sonra Yonğhe kadar kararlı ve dirençli olamadığımdan tekrar eski halime döndüm ve her sıradan fani gibi dünyadaki kadar içimdeki vahşeti de kabullendim. Bu kadar çok şiddeti içimizde nasıl mı biriktiriyoruz? Aslında sürekli maruz kaldığımız vahşet, gerek haberlerde, gerek yaşamın mücadelesinde, göz önüne alınırsa bu pek de şaşırtıcı değil. İnsanlığı yaşatmak için bunu sürdürmek ise içler acısı. Böyle bir beşeriyetin gerçekten devam etmesini istiyor muyuz? Belki de Kang’ın anlatmaya çalıştığı gibi başka bir türe evrilmemizin zamanı çoktan geldi.
Kitapta ilgimi çeken hususlardan bir tanesi de Yonğhe’nin yeğeninin de onunla aynı doğum izini taşıyor olması ve hikayenin sonunda tıpkı teyzesi gibi farklı rüyalar görmeye başlaması. Belki bu da bir umut ibaresi olarak okuyucuya aktarılıyor. Gelecek nesillerde insanlığın değişmesinin mümkün olabileceği vurgulanıyor. Bu değişime katılmaya çalışan bir diğeri ise sanatçı olan enişte. Sonunda hüsrana uğrasa da kendini Yonğhe’nin dönüşümünün çekiminden alıkoyamıyor. Bu dürtünün altında yatan kilit ise cinsellikten çok doğanın ve saflığa doğru atılan adımların albenisinden kaynaklanıyor. Sanat diğer tüm karanlık zamanlarda olduğu gibi bu hikayede ve çağımızda kendimizi sorgulatarak bizlere bir ışık olmaya devam ediyor.