Yakarım da Kimseye Yâr Etmem / Fatma Türkdoğan
Akşamın alacasında Haver’in evinden gelen sesler birden yükseldi. Eyvah, dedim bu deli oğlan gene bir iş açacak kadının başına. Kapılar hızlıca açılıp kapandı, taş zemine fırlatılan tencere tava sesleri, kırılan porselen tabakların şıngırtıları çoğalınca perdeyi araladım, başımı camdan çıkarıp o tarafa doğru baktığım an elindeki bidonla dışarı fırladığı gördüm. Haver delirmiş gibiydi bir yandan odunluğa, ipteki çamaşırlara, hafta sonu yıkamayı düşündüğü dürülmüş kilimlere bidondan bir şeyler döküyor diğer yandan da, “Yakarım da kimseye yȃr etmem!” diye bağırıyordu. Telaşla seslendim, cevap vermeden içeri girip çıktı. Sırtıma kalınca bir hırka giyinip aşağı indiğimde alevlerin iki göz odayı sarıp sarmaladığını, koyu kesif bir dumanın semaya yükseldiğini görünce panikledim. Yolun ortasına dikilip ifadesiz gözlerle yanan evine bakan Haver’in koluna girdiğim gibi zorla eve getirip sakinleştirmeye çalıştım. Katılaşıp kalmış bedeni, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleri, rengi ruhsarı sararmış yüzüyle hortlağa benziyordu. Konu komşu yetişinceye kadar her şey bir anda olup bitmişti…
***
İyi kızdı Haver de talihsizdi işte. Komşumdu. Sonradan tanıdım kendisini ama kardeşimden yakındı. Kocalarımız aynı baraj inşaatında çalışmış iki yakın arkadaştı. Beraber arsa alıp iki gecekonduyu birden yükseltivermişlerdi bir hafta içinde. Bir çocuklu dul adama varmış zamanında, sevmiş mi ne! Çocuksuzdu, bu işte kocasının kusurlu olduğunu ağzından kaçırmıştı bir keresinde. Üvey oğlu hem yaramaz hem de mızmızdı. Her gördüğünden ister, vardan yoktan anlamaz, tüm mahalleyi ayağa kaldırırdı. Tanıyanların dediğine göre anası da huysuzmuş bunun. Güya ikinci bebeğini doğururken bebeğiyle birlikte hayatını yitiren kadının kaybına sevinmiş kocası kurtuldum, diye gerçi ne Haver ne de ben inanmadım bu safsataya. İnşaat sırasında göçük altında kalıp belden aşağısı hasar görmüş, halim selim birinden beklenmeyen bir davranıştı bu…
Çalıştığım şirkette o da başlamıştı temizlik işine. Gittiğimiz evlerde hem temizlik yapar hem de fısır fısır derdini anlatırdı. Kocasından yana şikâyeti yoktu. Varsa yoksa oğlan… Önceleri üvey analık yapıyor diye geçti içimden lakin yaptıklarını gördükçe anladım ki öz anadan sabırlıydı Haver’cik. Çocuk okuldan gelir gelmez yağlı ekmeği kaptığı gibi fırlardı dışarı, babası gelmeden de içeri girmezdi. Evde ödev yaptıramazdı annesi, babasının zoruyla yalancıktan okuyup yazıyor gibi yapardı. Öğretmen Haver’e şikâyette bulunur, Haver de çocuğu hırpalamasın diye kocasına söylemeye çekinip tembihte bulunurdu lakin dinleyen kim! Gün boyu kedi kovalar, sapanla kuş vurur, bahçelerden meyve aşırıp kendinden yaşça küçük çocukların topunu yakaladığı gibi çivi batırarak patlatırdı. Dur durak bilmez, serseri mayın gibi oradan oraya savrulurdu.
İlkokulu zorla bitiren çocuğu o yıl hiç oyalanmadan bisiklet tamircisinin yanına verdiler. Orada da rahat durmamış, birkaç ay içinde yol verdi ustası. Bakkal çırağı, gazete satıcısı, esnaf lokantasında garson, çay ocağında meydancılık… benzincide pompacılık yaptı. Sonra da karanlık işlere bulaştığını, kötü alışkanlıklar edindiğini, uygunsuz işlere aracılık yapıp harama el uzattığını duydum Haver’den. Velhasılıkelam bir baltaya sap olamadan askerlik çağına gelmişti. Kimseye bir şey demediler ama nasıl olduysa muayeneler sırasında çürüğe çıkarmış askerlik şubesi, artık ne kusuru varsa…
Her daim uykulu gibiydi, yalpalaya yalpalaya yürür, karşılaştığı kişilere selam verip hȃl hatır sormadan kafası önde eve girip çıkardı. Arada bir maraza çıkarır, evden sesler yükselirdi. Son zamanlarda efendi, ağırbaşlı olan babasına da diklenir olmuştu. Haver araya girmekten iyice bunalmıştı, kaçıp gitmekten bahsetti bir gün:
“Abla, bu çocukla nasıl baş edeceğiz bilmem. Hadi benim adım üvey ana, insan babasını dinlemez mi hiç? Küfrün bini bir para, yumuşak başlı adamı da çıldırttı geçen gün. Bir fiske vurmadan büyüttüğü oğlu, babasının üzerine yürüyüp yakasına yapıştı, olacak iş mi?”
“Derdi neymiş bu külhanbeyinin?”
“N’olacak, derdi imanı para! Korkum, babasının başına bir hȃl getirecek olması. İkisinin arasında kalmaktan usandım, alıp başımı gideceğim buralardan da işte…”
“Bu yaştan sonra nereye gideceksin, ana baba evi yabancı gayri bize. Otur oturduğun yerde. Düzelir elbet.”
Eline geçen üç beş kuruşu ota, köke verip çarçur ettiğini, son günlerde de kumara dadandığını söyledi daha sonraki konuşmalarımızın birinde.
Bir gece yine sese uyanıp kulak kabarttım, Haverlerden geliyordu… Kaba küfürler, sağa sola fırlatılan eşyalar, hızla açılıp kapanan kapılar ve oğlanın bed sesi Haver’le kocasının sesini bastırıyordu. Bir ara itiş kakış oldu, bağrışmalar hızlandı, eşyalar devrildi ve bir haykırış, bir çığlık, bir öfkeli isyan yükseldi evlerinden.
“Babanın katili… Babanın katili sensin! Komşular yetişinnn!”
Geceliğimi çıkarıp giyininceye kadar hem ambülans hem de ekip otosu sirenlerini çala çala yanaşmıştı avluya.
Haver ne yapacağını bilmez hȃldeydi, bir o yana bir bu yana amaçsızca koşuyor, başından sıyırdığı yeldirmesinden kurtulan saçlarını yoluyordu. Birden bir şey hatırlamış gibi hançeresini yırtarcasına, “Babanın katili… Babanın katili sensin! Yakarım da kimseye yȃr etmem gayri!” diye feryat etmeye başladı. Üç kişilik aileden geriye kalan Haver boş bir çuval gibi yere yıkılıp hareketsiz kaldı.
Gittikçe sessizleşen Haver bir gölge gibi işe gelip gidiyor, kimseyle konuşmuyordu. Çoğunlukla bana bile derdini sıkıntısını anlatmaz, akıl danışmaz olmuştu. Donuk, silik ve kaskatıydı. Tatil günlerimizde bir koşu gelir, ifadesiz bir suratla kesik kesik konuşur cevabını da yüzünü yere eğerek dinlerdi. Bir şey ikram etmeye kalmadan geldiği hızla evine dönerdi.
Aradan zaman geçmiş, acılar tükeneceği yerde bir avuç kor gibi yüreğini yakar olmuştu Haver’in. Yalnızlık, eşine duyduğu hasret ve keşkeleri bir yumruk gibi boğazını sıkıyor günden güne takatten düşürüyordu.
Son bir haftadır mahallemizde uzun pardösülü, siyah gözlüklü insanlar peydah olmuştu. Bazıları ellerindeki tespihi arada bir hoplatarak çekiyor, nereye baktıkları belli olmayan gözleriyle camları, kapıları süzüyorlardı. Karanlık suratlı adamlar sabah akşam mahalleyi kolaçan edince herkesin dikkatini çekmişti. Kimi sivil polis kimi de mafyanın adamları etiketini yapıştırıvermişti.
Haver’in içine bir kuşku düşmüştü. Acaba üvey oğlu hapisten çıkıp bu belalıları üzerine mi salmıştı? Dediğinde ısrar mı ediyordu? Evi satıp parasını bana verin, dediğinde olanlar gözünün önüne geldi. Kalp krizi geçirip yerde debelenen kocasının son hȃllerini anımsadıkça öfkesi doruğa çıktı. Yüksek sesle haykırdı: “Yakarım da kimseye yȃr etmem!”
Bir gün temizlikteydik. Ben mutfak dolaplarını, Haver de buzdolabını siliyordu. Yanıma yaklaşarak usulca “Abla, biliyor musun bizim deli oğlanı salıvermişler. O da kaldığı yerden devam… Hiç akıllanmamış, pay çıkarmamış bunca yıl kendine. Beyhude yatmış anlayacağın içerde. Şimdi de evi kumarda pey diye ortaya sürmüş. Alacaklı da belalılara havale etmiş. Evi boşaltacakmışım tez günde, beni de huzurevine yatıracakmış. Tahmin ettiğim gibi o karanlık tipleri de o salmış üstüme. Dediğini yapmayacak olursam evi başıma yıkacakmış…”
“Dağ başı mı burası, kanun var nizam var. Hiçbir şey yapamaz. Sen de uyma şeytana, sakın ha!”
***
Akşamın alacasında Haver’in evinden gelen sesler birden yükseldi. Eyvah, dedim bu deli oğlan gene bir iş açacak kadının başına. Kapılar hızlıca açılıp kapandı, taş zemine fırlatılan tencere tava sesleri, kırılan porselen tabakların şıngırtıları çoğalınca perdeyi araladım, başımı camdan çıkarıp o tarafa doğru baktığım an elindeki bidonla dışarı fırladığı gördüm. Haver delirmiş gibiydi bir yandan odunluğa, ipteki çamaşırlara, hafta sonu yıkamayı düşündüğü dürülmüş kilimlere bidondan bir şeyler döküyor diğer yandan da, “Yakarım da kimseye yȃr etmem!” diye bağırıp ortalığı inletiyordu…