Romanın edebiyat dünyasında ortaya çıkışıyla ilgili net bir tarih söylenemese de, Batı dünyasında bugünkü romanın öncülü sayılabilecek eserler; 14. yüzyılda Rönesans başlangıcında Giovanni Boccaccio’nun yazdığı “Decameron” İle 16. yüzyıl Rönesans sonrasında Miguel de Cervantes’in yazdığı “Don Kişot” ve 17. yüzyıl İngiltere’sinde Daniel Dofeo’nin “Robinson Crusoe”su ile Jonathan Swift’in “Gulliver’in Gezileri” türün ilk yapıtları olarak kabul edilir. İlerleyen süreçte aydınlanmacı hareketlerin oluşturduğu yeni insan profili, dinamik toplum yapısı ve kentleşme ile birlikte, bu olguların birbirleriyle etkileşimi üzerinden roman edebiyatın en önemli disiplini alanı haline gelerek, kült bir sanatsal değer olmuştur. 19. yüzyılda yetkinlik seviyesine ulaşan roman, o dönem içkin karakteristik özelliği olan romantizm ve realizm akımlarını geliştirerek poetik anlamda bir entelektüel yapı kurmuştur. Bu süreç için Umberto Eco “Batı Uygarlığında poetikanın gelişim çizgisi idealden somut gerçeğe, oradan soyuta, oradan da olanaklıya giden bir yolda ilerler” diyerek bu döneme önemli bir not düşüyor.
Roman 20. yüzyıla kadar bütüncül bir gelişimde ilerler ve romanın kurgusal iç dünyasındaki yapı, dış dünyadaki gerçeklik ile örtüşür. Bu örtüşme 18. ve 19. yüzyıllarda yazılan romanın temel anlatım biçimini oluşturur. Romanlarda okur, kendisi ile romandaki karakterlerin yaşadıkları arasında nesnel bir bağ kurar. Romandaki duyguyu ve oluşturduğu derinliği özümseyerek bir aynılaşma yaşar. Roman belli bölümlerde öyküyü düşünsel bir alan üzerinden anlatsa da okur romandan kopmaz ve bir yabancılaşma yaşamaz. Çünkü kolay anlaşılır bu öyküler dün – bugün – yarın doğrultusunda ilerlediği için, okurda sürekli bir kopuş oluşmasına engel olur. Böylece neden – sonuç ilişkisi belli bir anlatım üzerinden kurgulanan öykü, başlangıç ve bitişi belli bir yapı oluşturur. Bu da okura konforlu ve rahat bir okuma alanı sunar. Kant’ında dediği gibi “Okur bu romanları çıkarsızca beğenir.” Antik dönemden 19. yüzyıl romanına giden yolu başkatan mitler, efsaneler ve kahramanlık hikayelerden beri oluşan estetik bir durumudur bu.
Doğrusal ilerleme gösteren bu çizgide, 20. yüzyılın başlarında çok önemli biçimsel ve yapısal kırılma gerçekleşir. 19. yüzyılda tepe noktasına ulaşan klasik roman, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde önemli bir değişim, sarsıcı bir alt üst oluş yaşar. 19. yüzyılın sonuna kadar realist bir anlayışa ve nesnenin gerçeğine yaslanan, olaylar arasındaki mantık örgüsünü ön planda tutan, somut ifadeler bütünü olan romanın bu yapısı yıkılır. Bu sert değişimin ortaya çıkmasında ki nedensellik, evrilerek oluşmaz. 20. yüzyılın başından itibaren artarak devam eden ve birbirini tetikleyerek büyüyen olaylar silsilesi, klasik roman yapısının üzerinden geliştiği estetiğinin temellerini sarsar. Bilim ve teknolojideki büyük sıçramanın sonucunda oluşan sosyolojik ve toplumsal gelişmeler, insanı alışık olduğu güvenli dünyanın dışına savurur. İçinde bulunduğu bu dünyada insan; doğal olanın, ahlaki bir olgunluğa ulaştıran değerlerin yerine, maddiyatın ve ilişkilerin bunun üzerinden kurulduğu yeni bir yapının içinde bulur kendini. Yeni oluşan sistemde kazanmak, öne geçmek, güç ve iktidar elde etmek gibi olgular ortaya çıkar. Bu post – absürt sistem giderek saldırganlaşır ve insani olanı ortadan kaldırıp her şeyi maddeler evreninin etkisi altına almaya başlar. Bu noktada insan, dünyayı ve yaşamı bütünüyle kontrol etmeye başlayan bu güç karşısında çaresiz bir nesne, bir yabancıdır.
Doğal olarak 20. yüzyılda felsefi akımlar ve sanatsal yaratıcılık bu paradigma üzerinden ortaya çıkar. İnsanın gerçeğe yabancılaşma olgusu, 20. yüzyılda sanatsal estetiğin temelini oluşturur. İnsan uyum sağlayamadığı, anlamakta zorlandığı ve yabancılaştığı bir dünyada sanatsal alanda var olabilmek için, yabancılaşmayı bu alana taşır. Sonucunda yabancılaşma 20. yüzyılda sanatsal disiplinlerin ana ekseni haline gelir. Modernist romanın kendini oluşturması, bu eksende yeni bir dil yapısı kurgulaması ile gerçekleşir.
Klasik romanda kahramanlık objesi olan insan, kapitalist ekonomide yeni romanda kaybeden, sistem kurbanı olan insan haline gelir. Yeni değerler insana mutluluk getirecek yapıyı yıkarken, 1. ve 2. Dünya Savaşları bunun etkisini artırır. Büyük öğreti ve değerlere olan inanç yıkılmış, sorgulayan yeni bir dönem başlamıştır. Yeni roman geleneksel romandaki neden- sonuç ilişkisini, yerleşik ve rahat olanı, düz ve basit anlatımı reddederek daha karışık anlatım tekniklerine yönelir. Roman bir yerde başlayıp, belli bir sonla bitmek zorunda değildi. Yazar kendi dışındaki dünyayı olduğu gibi anlatmaktan vazgeçer. Çünkü yeni romandaki dünya basit ve kolay değildir. Toplumsal karmaşa derinlemesine anlatılırken, insan kördüğüm gibi çözülemeyen bir varlık olarak tanımlanır. Artık insan huzursuz, kendisiyle ve toplumla çatışandır. Yeni romanda insan bir kahraman değil, toplumdan hatta kendinden kaçan biridir. Yeni romanın geleneksel anlatımdan uzaklaşıp bazen alegorik anlatımı denemesi, sözcüklerin çağrışım gücünü ön plana çıkartarak şiirsel bir dilinde kullanılmasını olanaklı kılar. Yeni roman nihilizm ve varoluşçuluk gibi felsefi akımlar ile etkileşim içinde olmuştur. Varoluşçu felsefenin “insan kendini sorgulayarak özünü bulmalı ve geleceğini kendi kararları belirlemelidir” söylemi, 20.yüzyıl romanının yönelimini etkilemesi açısından önemlidir.
Yeni romanı oluşturan modernist roman ve ardılı postmodern romanın oluşum sürecinde çok güçlü yazarlar, bu iki türün önemli eserlerini vermişlerdir. Franz Kafka bir çağın kaybeden insanını ve otorite karşısında yok oluşunu “Dönüşüm”, “Dava” ve “Şato” romanlarında yabancılaşma olgusu ve anti kahramanlık imgesi ile anlatır. Dönemin yazarlarından James Joyce “Dublinliler”, “Sürgünler” ve “Ulysses” ile klasik romanlardaki bilinen zaman sürecini reddederek, bilin altı işleyişi üzerinden bireyin kendi öznelindeki zamanı esas alarak yeni bir var olma alanı yaratırken, Marcel Proust “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eseriyle geleneksel anlatı yapısını kırarak Romanesk yapının gerçekçilik üzerinde yaptığı yanılsamayı göstererek, yeni romanın önünü açmıştır. William Faulkner ise bilinç akışı yöntemi kullanarak yazdığı “Ses ve Öfke” romanı ile bireysel bunalımlardan çıkışın yolunu gösterir. Andre Gide “Aşka Teşebbüs”, “Bataklıklar” ve “Sanat Baskıda Doğar” yapıtlarıyla klasik tarzdan, modern tarza geçmenin örneklerini yaratır. Dönemin önemli yazarlarından Thomas Mann’ın “Buddenbrook Ailesi” romanı, çağın önemli bir burjuva eleştirisi niteliğindedir. Jean-Paul Sartre’nin Varoluşculuğun alt metni gibi olan “Bulantı” adlı romanı, toplumsal yapının bireyde oluşturduğu duyguyu bulantı metaforu ile anlatan baş yapıttır. Dönemin kadın dünyası üzerinden bakış açısı, Simon de Beauvoir eserleri “Konuk Kız” ile “İkinci Cinsiyet” de kadının siyasi, toplumsal ve cinsel var oluş kimliği üzerinden dile getirilir
20. yüzyıl başında oluşmaya başlayan büyük teknolojik gelişmeler ve bilimsel atılımların üzerinde yükselen kapitalizmin oluşturduğu baskın kültüre yabancılaşan insanın hikayesini anlatan “Yeni Roman” edebiyat terminolojisinde, “Modernist Roman” olarak adlandırılır. Sanatsal oluş neden ve biçimleri yazıda açıklanan modernist roman, 20. yüzyılın son çeyreğinde bir matrix similasyonu algısında yaşayan insanın hayatı anlamasında yetersiz olduğu için, postmodern roman doğmuştur. Modernist romanın içinden gelişen postmodern roman gerçeği tümüyle reddederek, romanda deneyselciliğin önünü açmıştır. Bir anlamda modernist romanın uzanamadığı uzaklıktaki aykırılıklara, postmodern roman uzanmıştır. Sanayi devrimi sonrasındaki toplum-birey etkileşimde ki ‘yabancı” sorunsalı üzerinde gelişen bütün edebi akımlar, teorik temelli akıl yürütmesi geliştirebilir. Entelektüel açıdan bu doğrudur.
Ancak konuyu daha kolay bir düzlemde anlaşılır kılmamak için, bütün bir roman ve felsefi geleneğin üzerinden yükseldiği yabancılaşmanın 20. yüzyılda ne olduğunu Albert Camus’un “Yabancı” romanında Meursault bize söylemektedir. “Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, (…) iyi düşününce söyleyecek bir şeyim olmadığını anlamaktayım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.”
Kim bizim de bir Meursault olmadığımızı söyleyebilir?