Japon Sineması’nın dünyada geç keşfedilen yönetmeni Yasujiro Ozu’yu “Yorgun ruhların terapisti” olarak nitelemek istiyorum. Pek çok eleştirmen onun hakkında buna benzer sözler etmiştir. Onun sineması fazlasıyla sakin ve oldukça kişiseldir.
Ozu ile tanışmam 2003 yılında 22. İstanbul Film Festivali’nde oldu. O festivalde toplu gösterimi yapılmış ben de dört filmine bilet almıştım. Bu kadar ruhuma iyi gelen bir yönetmenle tanıştığım için mutlu dönmüştüm İstanbul’dan. Ardından büyük çabalarla pek çok filmine eriştim, izleyemediklerimi de pandemi döneminde izledim.
Hakkında yazılanları okuduğumda dünyanın da onu geç tanıdığını öğrendim. Yaşamı boyunca ülkesinde çok başarılı bir kariyeri olmasına rağmen maalesef dünya onu yaşarken tanımadığı gibi filmleri de fazla “Japon” bulunduğu için dünya festivallerine gönderilmemiş. Ama daha sonra festivallerin gözdesi olan Ozu dünyanın sayılı yönetmenlerinden biri olarak anılmaya başladı.
12 Aralık 1903 yılında doğan yönetmen yine bir 12 Aralık günü yani doğum gününde ölür. Öldüğünde de en verimli çağında daha altmış yaşındadır. Ellinin üzerinde film çekmiştir ama ancak bunlardan 33 tanesinin kopyası günümüze gelebilmiştir. 1928 ile 1931 yılları arasında 21 uzun metraj film çeker, bu ilk dönem filmleri daha çok melodramlar, komediler ve gangster filmleridir. Sesli filme uzunca bir süre direnir yönetmen, hatta bazı filmlerinde sesi kullansa da hiç diyalog kullanmaz. İlk gerçek anlamda sesli filmini 1936’da çeker. Renkli film için de direnir, ancak 1958’de renkli film çekmeye başlar.
Ozu’nun kendi sinema dilini oluşturması 1932’de çektiği “Doğdum, Ama…” ile başlayacak ve yalın, minimalist tarzını gittikçe daha da artıracaktır. 1943’de Propaganda Filmleri Birliği üyesi olarak Güney Doğu Asya’ya gönderilir. Burada Hollywood filmleri ile tanışır ve pek çok film izler. Savaş bittiğinde Singapur’dadır ve altı ay savaş esiri olarak kalır. Savaş sonrası ürettiği filmler artık sinema tarihinin önemli filmleri olarak anılacaktır. Bu dönemde çektiği filmlerin çoğunun senaryosunu senarist Kogo Noda ile yazmışlardır.
Ozu filmleri minimalist sinemanın doruğudur. Yalındır ve çoğunlukla hüzünlüdür ama incelikli senaryoları ile düşünmemizi sağlar. Japonlar çoğunlukla yerde oturdukları için bu duruma uygun bir çekim tekniği oluşturmuştur yönetmen. Onların üstünde oturdukları minderlere “tatami” deniyor. Ozu da tatami minderi üzerindeki sabit kamera ile ev içi çekimlerini yapar, kamera nadiren hareket eder. Zaten çoğu film ev içi mekanlarda geçer. Onun filmlerinde kadraj içi kadraj tekniğini çok görürüz. Kapı aralığından çekimler yapmayı çok sever. Japon geleneksel yaşamı bu çekimlerle görünür kılınmıştır. Ozu için seyirci sadece tanık olmalıdır, olan bitene müdahil olmamalıdır. Siyah-beyaz filmlerinde her kare adeta bir tablodur. Her objenin bir anlamı vardır ve özenli bir şekilde kadraja yerleştirilmiştir. Boş iç mekanlar, trenler, tren rayları, elektrik telleri, kimonolar anlatının parçası olurlar.
Temalarına gelecek olursak; taşra ve şehir farklılıklarını, Japon geleneksel yaşamını, insanların karşılaştığı küçük karşıtlıkları, aile ilişkilerini, kuşaklar arasındaki farklılıkları olağanüstü bir sadelikle anlatır. Kendini tekrar ettiği düşünülebilir ama seyirciyi bu konular üstüne derin düşüncelere sevk eder. Hayatın olağan akışı içinde oluşan bir mizah da vardır filmlerinde. Aile bağları ve kuşaklar arası çatışmayı her filminde farklı bir bakış açısından inceler, bazen babanın, bazen çocukların bazen de gelinlerin gözünden görürüz olayları. Çatışma diyorum ama Ozu bu çatışmayı o kadar yumuşak ve zarafetle anlatır ki çatışma sözcüğü ağır gelir. Yönetmen karakterlerinin toplumla kurduğu ilişkiyi aile üzerinden anlatırken, toplumun birey üzerinde kurduğu baskıyı da izleriz. Ozu filmlerinde yemek masası önemli bir yer tutar. Aile bireylerinin ilişki kurduğu sohbet ettiği alandır. Yine en önemli meseleler barlarda sake içerken ya da çay masalarında konuşulur.
Onun orta sınıf aileyi anlattığı filmlerinde baba ya da ağabey karakterini genellikle Chishu Ryu, kız ya da gelin rolünü ise Setsuko Hara canlandırır. Chishu Ryu tam 37 filmde Ozu ile çalışmıştır.
Dünyanın her köşesinde var olan evlilik meselesine ve aile içi sorunlara kendi sinema diliyle bakan yönetmen, anlattığı hikayelerle yerelden çıksa da evrenseli yakalar. Pek çok ülke eleştirmeni ve yönetmeni, sinema tarihinin en iyilerinden biri olarak, yaşlı anne-babanın çocuklarını ziyaretini anlatan filmi Tokyo Hikayesi’ni gösterirler. Yine Noriko Üçlemesi de çok önemlidir. Noriko Üçlemesi’nde her zamanki gibi aile bağlarını ve evlilik meselesini işleyen yönetmen hiç evlenmemiş ve yaşamı boyunca annesi ile yaşamış olmasına rağmen bu konuları çok başarılı bir biçimde perdeye yansıtabilmiştir. Bu üç filmde Noriko karakteri evlendirilmeye ya da evlenmeye çalışır. Biraz da Noriko üçlemesinden bahsedeyim:
1-Geç Gelen Bahar (Banshun, 1949): Babası Noriko’yu evlendirmek istemektedir. Öldüğünde kızının yalnız kalmasını istememektedir. Noriko babasından ayrılmak istemez. Yönetmenin bakışı gerçekçidir ama duygusal anlarda karakterlerin değişimini çok güzel anlatır.
2-Erken Yaz (Bakushu, 1951): Önceki filmde Noriko’nun babasını canlandıran Chishu Ryu burada ağabey rolünü üstlenmiştir. Geç Gelen Bahar’da eşini babasının seçmesine izin veren Noriko bu filminde eşini kendi seçmek istiyor. Aile içindeki sorunlar yine göze batırılmadan sadelik ve doğallıkla anlatılıyor.
3-
: Bu filmde Noriko ailenin kocasını kaybetmiş gelini rolündedir. Neredeyse 70 yıl önce çekilmiş bu film modern toplumda anne-babanın yaşadığı yalnızlığı fazla dramatize etmeden anlatır ve gönümüzde bu sorunun çok daha fazla olduğunu hissederiz. Şehir yaşamında aile bağlarının koptuğuna vurgu yapılır. Ozu bu durumu göz hizasındaki kamerasıyla ve yalınlıkla anlatır. Fazla duygu sömürüsüne gerek yoktur onun sinemasında. Şehre çocuklarını ziyarete gelen anne-babaya dışlanmışlık hissettirir çocukları, onlara sahip çıkan dul gelinleri olur. Noriko elinden gelenin en iyisini yapar ve öykü onunla anne-baba arasında geçmeye başlar, annenin ölümü sırasında da ondan beklenmeyecek fedakârlıklarda bulunur.
Üç filmde de Noriko’yu Setsuko Hara canlandırır. Oyuncu Ozu ile altı film çekmiştir. Geleceği parlak iyi bir oyuncu olduğu halde yönetmenin ölümünden sonra oyunculuğu bırakır. Onların ilişkisi bir oyuncu-yönetmen ilişkisinden farklıdır, belki de bir baba-kız gibi olmuşlardır çekimler sırasında.
Yasujiro Ozu hakkında yazıp ta Tokyo-Ga’dan (Wim Wenders,1985) bahsetmemek olmaz. Wim Wenders’in çektiği bu belgesel hem Japonya’ya hem de yönetmene bir saygı duruşudur. Wenders özetle “Ozu Japonya’daki sürekli nostalji, yas ve kabul döngüsünü şehri mesken edinerek sunar bize” der. Onun filmlerinin laytmotiflerinden bahseder: Parklarda piknik yapan insanlar, paçinko oyunu mekanları, tek başına golf oynanabilen yerler, trenler, tren istasyonları, sake ve çay ritüelleri gibi. Tokyo-Ga’da konuşan Chishu Ryu Ozu’nun mizansende hiçbir şeyi şansa bırakmadığını ama set çalışanlarının katkılarına da önem verdiğini söyler. Yine belgeselde emektar kameramanı Yuharu Alsuta da yönetmenin çok titiz olduğundan bahseder.
Yasujiro Ozu hakkında çekilen ikinci belgeseli ne yazık ki izleyemedim. Talking With Ozu’da (Kogi Tanaka,1993) yedi yönetmen ondan nasıl etkilendiklerini anlatmışlar. Bunlar arasında: Aki Kaurismaki, Claire Denis, Lindsay Anderson ve tabii ki Wim Wenders vardır.
Çoğu eleştirmen Ozu’ya “Sinemayı saflaştıran sanatçı” diyor, bence de bu sözü fazlasıyla hak ediyor. Kötü hissettiğiniz anlarda onun filmlerini izlemeye çalışın yalın, sakin ve zarif anlatımı size iyi gelecektir. Hale bu pandemi günlerinde eminim ruhunuzu sağaltacaktır.