SABAHATTİN ALİ’NİN İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN’I VE UMUT ZEKÂSI
İçimizdeki Şeytan romanını, acaba bu toprakların ruhu ile uyum sağlayamayan umutsuzluğu tanımak için de okuyabilir miyiz?
Alplerin, dervişlerin ve devrimcilerin yüreğinde devleşen umutlarla yoğurulan bu kadim topraklarda yüzyıllardır söylenen bir güzel söz vardır: “Bu da geçer ya Hû.”
Bu hikmetli ve umutlu söz, insan sevgisi ve peygamber sabrı ile mayalanmış güzel vatanın yeşerttiği umut medeniyetinin, kalplerimize ilmek ilmek nakşettiği eşsiz bir yürek çiçeğidir. Bu çiçeğin yapraklarında gece ay ışığından, gündüz gün ışığından daha parlak olan bir umut ışığı yansır; gören gözlere, hisseden yüreklere… Her kim canı gönülden söylerse çaresizliğine çare bulur, bu naif söz ile…
Ancak Âşık Daimi’nin de dediği gibi her can ermez bu sırra: “Göklere erişti feryadım, ahım, Bu da gelir bu da geçer ağlama.”
Bu sırra erenlerden Neyzen Tevfik “Geçer” şiirinde der ki:
“Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer,
Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, an-ı dem âdem de geçer,”
Yaşandığı anda hiç bitmeyeceği ve geçmeyeceği sanılan çaresizlik, her çağın kendi çaresini aradığı bir “çare –siz / biz ”lik arayışıdır. “Öğrenilmiş çaresizlik” – bana göre öğretilmiş çaresizlik – kavramını yedi cihana yayan Dr. Martin Seligman’a göre “Şanssız olaylara geçici ve özgül nedenler bulmak, umut sanatıdır. Şanssız olaylara kalıcı ve kapsayıcı nedenler bulmak ise umutsuzluk uygulamasıdır.
Yaşama bakmanın iki yolu vardır; iyimserlik ve kötümserlik. Umutlu ve umutsuz olarak da değerlendirebileceğimiz bu bakış açıları, bize bir hayatı açıklama tarzı kazandırıyor. Bir müddet sonra garip bir alışkanlığa dönüşen bu tarzlar her birimiz için vazgeçilmez farzlara dönüşüyor. Başarısızlığa uğradığımızda hepimiz kısa bir süre çaresiz kalırız. Kimi insanlar neredeyse hemen kendilerini toparlayıp öğrenilmiş çaresizliğin bütün belirtilerini birkaç saat içinde üzerlerinden atarlarken bazıları haftalar, aylar ya da yıllarca çaresiz kalırlar. Bu sürecin anahtarı umut ya da umutsuzluktur.
Başımıza gelen herhangi bir sorunu kötü, kalıcı ve yaygın hale getirip genelleştirmemek gerekir. Böyle bir şeyi ise ancak umutlu duygu, düşünce ve davranış bütünlüğümüzü sağlayarak başarabiliriz. Mevlana’nın “Dert insana yol gösterir” sözü bu bütünlüğün özü gibidir.
“Kemler (kötüler) iyi göremez, bin kaygu bir borç ödemez” diyen Karacaoğlan da “Kara gündür gelir geçer, Gamlanma gönül gamlanma” demiş. Onun, bu içli türküsüyle Sabahattin Ali’yi de derinden etkilediğini görüyoruz.
“Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma”
Birinci Dünya Savaşı’nın tüm zorluklarını bertaraf ederek öğretmen olan Sabahattin Ali’yi daha çok Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan isimli romanlarıyla tanıyoruz. Ancak ben kendisini öykülerinden ve romanlarından daha önce “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Aldırma Gönül Aldırma ve Leylim Ley” türküleriyle tanıdım.
Bazı okuyucular ve yazarlar tarafından karamsar ve umutsuz olduğu da iddia edilen Sabahattin Âli’nin, umut zekâsını yorumlamak sanırım hiç de kolay olmayacak. Yaşar Kemal “İnsan umutsuzluktan umut üretendir,” derken Sezai Karakoç da “umutsuzluğun olduğu yerde umut vardır,” der. Sabahattin Ali’nin umudunu da böyle değerlendirmek gerekir.
Belki biraz canımızı acıtacak ama bu yazımızda onun öykülerinden, romanlarından, şiirlerinden ve türkülerinden damıtılan hatta zaman zaman kendisinden bile gizlemeye çalıştığı müphem ve gizemli umudu ile onun umut zekâsını keşfetmeye çalışacağız.
Daha lise sıralarındayken arkadaşlarıyla çıkardıkları okul gazetesinde şiir ve öyküler yazarak umut üretenlerin arasında yer almaya başlıyordu. “Bende tükenmez bir hayat vardı” diyen Sabahattin Âli, umut zekâsının en güzel örneklerini temsil eden şiirleri, öyküleri, romanları ve hapishane yıllarının ardından trajik bir şekilde sonuçlanan hayatıyla dibine kadar indiği her umutsuzluğun köküne son bir cümleyle de olsa mutlaka bir umut suyu döküyordu… Farklı düşüncelerinden dolayı Aydın’da öğretmenlik yaparken başlayan gözaltı ve hapishane hayatı Konya, Sinop, Sultanahmet ve Paşakapısı hapishanelerinde devam eden yazar, çok zor da olsa- Tabancanın namlusu ısındı yanağımda – umutsuzluğun tutuklusu olarak yaşamak istemiyordu. Şiirlerinde “Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı” diyerek yaşadığı acı dolu günleri anlatıyor ama yine de “Bir şeyler fakat beni yaşamağa bağlardı,” deyip gizemli umudunu işaret ediyordu. İçindeki bu gizemli umudu, İçimizdeki Şeytan romanının kahramanlarından Macide’nin yüreğine “Perişan bir haldeydim fakat içimde kendimden bile sakladığım bir ümit vardı.” (s, 225) cümlesiyle koyarken aynı umudu, Veznedar Hafız Efendi’nin öfkeli ve üzgün dilinden “Çaresizlik içinde kaldım. Büsbütün ümidimi kesmiş olsam müdüre gidip meseleyi açacaktım. Fakat Allah kahredesi bir ümit, muhakemenin kısa bir zamanda bitip paranın bana iadesi ümidi beni başka bir çareye başvurmaya sevk etti.” (s, 119) şeklinde aşikâr ediyordu.
İçimizdeki Şeytan, kısmen yazarın kendi karakterini de yansıttığı Ömer’in, arkadaşı Nihat ile bir vapur yolculuğunda yaşamın anlamını sorgulayan bir can sıkıntısı sohbet ile başlıyor ve aynı vapurda aniden gelişen bir aşk hikâyesi ile devam ediyor. Ömer, çevresinde her ne kadar zekî olarak bilinse de sorumsuzluğu ve umutsuzluğu yüzünden bu zekâsı hiçbir işe yaramaz. Arkadaşı Nihat, “Sen bütün büyük laflarına ve dillere destan olan zekâna rağmen asla ciddi bir insan olamayacaksın!”(s, 18) diyerek onu çok sertçe uyarsa da o yine de uslanmaz. Ancak kendisi, kendilerini derecesiz bir zekâ ve kabiliyete sahip sayan arkadaşlarının arasında, mukaddes ve mağrur bir aptallığa sırtını vererek yaşıyor ve sırf bununla mühim bir şey yaptığını sanıyor. “Ne gayem, ne düşüncem vardı. Zekâm bütün kuvvetini bulunduğu ana sarf ediyordu.” (s, 249)
Roman, “Ben zekâyı radyum gibi bitip tükenmez bir cevher sanıyordum” … Onun insan eliyle yetişip gelişen bir şey olduğunu düşünmüyordum…” ( s, 252) diyen Ömer’in, bu sözleriyle umut ve irade olmadan zekânın hiçbir işe yaramayacağını kabul etmesi ve İçimizdeki Şeytan’ı keşfetmesiyle sona eriyor.
“İçimizde Umut Var” kitabının yazarı olarak İçimizdeki Şeytan romanını nokta-ı nazar umuda bakar anlayışıyla okumaya başladığımda aklıma gelen ilk soru, ‘İçimizdeki şeytan acaba umutsuzluk olabilir mi?’ olmuştu. Çünkü şeytanın isimlerinden biri olan İblis kelimesinin türediği “eblese” kelimesi aynı zamanda “Hayırsız oldu, hüsrana uğradı, şaşkınlığa düştü,” anlamına da geliyor. Aynı kelime “Allah’ın rahmetinden umut kesmek, umutsuz kalıvermek” manalarında Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde de yer almaktadır.
İçimizdeki şeytan acaba kendimiz, çevremiz ve geleceğimiz hakkındaki olumsuz, kötü düşüncelerimiz olabilir mi? “Çıplak ve kirli ayaklarını dubadan aşağı sallayan ve gözlerini oltasının ipinden ayırmayan çocuğun sebat ve iradesi Ömer’i düşündürdü. Kendisi hiçbir işe bu kadar dikkatle ve bu kadar kendini vererek sarılamayacağını zannediyordu.” (s, 67).
İçimizdeki Şeytan, kim ya da ne, sorusunun cevabını kitabın her satırında merakla aradım ve ancak romanın en umutsuz, en tutarsız ve en iradesiz insanı Ömer’in can yakıcı itiraflarının yer aldığı son sayfalarda bulabildim. Bu sayfalar Sabahattin Ali’nin umut zekâsını şaha kaldırdığı en güzel bölümlerdi. “Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Hâlbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… içimizde şeytan yok… içimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.” (s, 249 – 250).
Bu sözlerin sonunda hepimiz şapkamızı önümüze koyup umutsuzluğumuzu düşünüyoruz ve içimizdeki şeytan ile yüzleşiyoruz. Sürekli yeni bir hayat peşinde koşan yazarın kendisi de sanırım bunu istiyordu. O da çok iyi biliyordu ki geçmişe takılıp kalanlar asla geleceğe geçemezler. Geleceğe en kolay geçenler can-ı gönülden “Bu da gelir bu da geçer” diyebilenlerdir.
O, bizlere Hz. Yusuf’u da hatırlatan “Kuyucaklı Yusuf” romanının son satırlarında, yüreğinde kalan son umudunu sürer hayata: “İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.” (s,221)
Yusuf, bütün insanlardan umudunu kestiği bir sırada karşısına çıkan eski bir dostunun hayret veren yardım teklifiyle yeniden umutlanır. Müphem bir umutla da olsa hadiselerin, konuşulduğu kadar umutsuz ve korkunç olmadığını fark eder. “Dışarda ağaçların yapraklarını oynatarak esen bir sonbahar rüzgârı, bu ölüme mahkûm yaprakları henüz koparamıyordu. Bu minimini yeşil mevcudiyetler bile içlerinde bu kadar kuvvetli bir mücadele ve mukavemet kabiliyeti taşırlarken, kendisinin karanlık düşüncelere dalması doğru olamazdı.” (s, 169 ve 182)
İşte umut zekâsının doğru yolu bulduğu anlar… Doğa, her zaman insana umut verir. Umudu uzaklarda aramaya gerek yoktur. Doğayla bütünleşik yaşayan her yürek ve akıl, her zaman küçük bir yaprağın renginde bile umut bulabilir.
“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Hac, 46)
Bizi yaşama bağlayan en büyük güç elbette ki içimizdeki umuttur. Umudun içindeki sevgidir, sevdadır, aşktır… Belki de bizi sevdiğini zannettiklerimizdir. “Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman, Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü.”
Onun, ayın şavkı vuran gönül sazının tellerinde bir umut türküsüne dönüşen içli şiirleri dilden dile, gönülden gönüle dolaşarak hemen hepimizi güçlü bir umutla sarıp sarmalamış ve “Görülecek o güzel günlere” hepimizi inandırmıştır. Ancak o yüreğimize dokunan “Leylim Ley, Ben Gene Sana Vurgunum ve Çocuklar Gibi” türküleri seslendiren ve ünlendiren sanatçılarımızın da umut hakkını teslim etmek gerekir. Unutmayınız ki, ağzınızdan çıkan o bilinçli veya bilinçsiz sözleriniz, kulağınızdan girip yüreğinizde demlenen ya umudunuz ya da umutsuzluğunuz olur. Bütün karamsarlığına, acısına ve umutsuzluğuna rağmen onun türkülerinin ve romanlarının sonu mutlaka gizemli bir umutla biter…“Geleceksen bir gün düşüp ardıma, Kula değil yüreğine sor beni”
Sabahattin Ali yaşadığı ve yazdığı bütün olumsuzluklara rağmen eşi Aliye Hanım’a yazdığı mektubunda umut puanının ve umut zekâsının ne kadar yüksek olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Böylece kalıcı ve kapsayıcı olması gerekenin umut olduğunu vurguluyordu.
“Sevgili Aliye, insanların hepsi bir değildir… İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar ede bilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır. Bugün böyle düşünenlere saf, hatta enayi derler. Fakat ne derlerse desinler, biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız. Hayatta en büyük vazife ve saadet olarak şunu almak lazımdır: bize yakın ve uzak bütün insanlara yardım etmek, bütün insanların iyiliğine çalışmak…” (Canım Aliye, Ruhum Filiz, s.11)
İnsana duyulan bu eşsiz sevgi ve güven var oldukça bu kadim topraklarda umut, her zaman için yeşerecek birkaç deli yürek mutlaka bulacaktır… Zaman zaman istikrarsız bir hayatın umutsuzluğunu yaşayan yazar, her şeye rağmen romanın bilge insanı Bedri’nin diliyle “Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir.” (s, 248) der.
Umut zekâsının en güçlü noktası, mevcut umutlarımızı har vurup harman savurmadan koruyabilmektir. Şair’in de dediği gibi dertlerimiz kalkınca şaha, şartlar ne kadar zor olursa olsun umutsuzluğa ve çaresizliğe karşı elimizdeki ve yüreğimizdeki tüm umutlarımızı muhafaza ve müdafaa edebilmenin en güzel ve en kolay yollarından birisi de onun şiirlerini yazıp türküsünü besteleyebilmektir. Böylece içimizde ve çevremizde mucize gibi oluşan onlarca gizemli umudun gücüne şahit olabiliriz. Hatta bir türkünün bir nakaratından, bir şiirin bir mısrasından bir umut hisarı yapabiliriz. Çünkü umut zekâsı böyle çalışır.
Teşekkürler Sabahattin Ali, içimizdeki şeytanı ustaca ifşa edip bizi acizliğimiz, tembelliğimiz, iradesizliğimiz ve umutsuzluğumuz ile yüzleştirip gerçek umuda yönlendirdiğin için. Bizim bile farkında olmadığımız…