YAŞAR KEMAL’İN İNCE MEMED’İ VE UMUT ZEKÂSI
Ünlü şair ve yazar Yaşar Kemal’in, tüm romanlarının başkahramanı umuttur. Onun dünyaca meşhur İnce Memed romanı başta olmak üzere bütün kitaplarını bir umut zekâsı eseri olarak da okuyup yorumlayabiliriz.
“Memed:
Hiç umut kalmadı mı?
Çavuş:
Tek umut söylediğimdir.
Memed:
Ben varım.
Gözlerine o iğne ucu kadar küçük, çelik pırıltı geldi, yerleşti. Kafasından da gene o pirinç parıltısı şimşek gibi parladı geçti.” (İnce Memed 1, 171)
Yazar, otuz iki yıl boyunca yazmaya devam ettiği bu ünlü romanını, umutsuzluğa karşı “içinde başkaldırma kurduyla doğmuş” bir insanın, “mecbur adam”ın romanı olarak tanımlar. “Ortadirek / Dağın Öte Yüzü, Yer Demir Gök Bakır, Demirciler Çarşısı Cinayeti” gibi diğer kitaplarında da hemen hemen aynı kurgu ile bütün mümkünlerini yitirmiş, başı dara düşmüş insanların yürek burkan hikâyelerini anlatır.
Bu kitaplar aracılığıyla yazar mecbur insanların, iğne ucu kadar küçük bir umutla zekâlarını nasıl çelik gibi parlattıklarını ince ince sade bir dille anlatır.
Bir anda beynimizde çakan bir şimşek parıltısı gibi o ince umut zekâsı ile aynı iğnenin deliğinden deveyi geçirerek büyük umutsuzlukları ve çaresizlikleri nasıl paramparça ettiklerini okuyucunun gözleri önüne serer.
Ona göre “Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir. “İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar.”
Güçlü bir zekânın, en belirgin özelliği hemen her ortamda ve her koşulda belirsizlikten, çaresizlikten ve umutsuzluktan umut üretebilmektir.
Aynı zamanda Anadolu’nun tarihine ve talihine de farklı bir gözle bakmayı öneren bu romanların ilki olan İnce Memed’te, Toroslar’ın eteğindeki Değirmenoluk köyünde yaşayan sıradan bir gencin yaşadığı yoksulluk, haksızlık ve aşağılanmaya karşı isyan ederek aşkını bağrına basıp adım adım eşkıyalığa sürüklenmesinin ve sonrasında da yörede hüküm süren ağalık düzenine karşı yaktığı umut ateşinin hikâyesi anlatılır. Memed, o güne kadar sıradan bir köy çocuğu iken, o günden sonra zulmedenler için amansız bir eşkıyaya, köylüler içinse büyük bir kurtarıcıya dönüşür, halkın umudu olur.
“Evimde Hızır var,” diyordu. “Karanlığın üstüne, umutsuzluğumuzun üstüne bir top ışık düştü,” diyordu. (İnce Memed 2, 84)
“Yusuf’u kuyudan çıkaran Mevla, hiçbir zaman iyi kullarını darda koymaz.” (İnce Memed 2, 97)
“Eğer, onun elinde olsa, diye düşündü Ferhat Hoca, şimdi şu Düldül dağının başına çıkar, atı gibi doruğun en sivrisinde durur, dünyanın üstüne, “Ben adımı yazmayı biliyorum,” diye bütün sesiyle kişnerdi.
‘Ferhat Hocam, biz var ya …’
‘Var,’ dedi Hoca.
‘Biz umut oluyoruz.’
O deli atın kişnemesi kayaları yerinden oynatıyor. Bin yıllık, bin bin yıllık kıpırdamaz kayaların yüreklerini hoplatıyor. Biz de öyle değil miyiz?” (İnce Memed 4, 347)
2017 yılında ‘Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı” arasında birinci seçilen bu meşhur roman kırkı aşkın yabancı dile çevrilerek dünya çapında büyük bir üne kavuşur. Hem yurtiçinde hem de yurt dışında bu kadar yoğun bir ilgi gören bu roman, acaba nasıl bir umut zekâsına sahiptir? Sanırım bunu çocukluğundan itibaren yaşadığı bütün acılarına ve travmalarına rağmen yüreği umut dolu olan yazarın hem bilinçaltında hem de bilinç üstünde – yoksa yüksek umut bilincinde mi demeliyim – aramak gerekir.
Yazarın bilinçaltı yolculuğu 1915 yılında Rusların Van ve çevresini işgal etmesiyle başlar. Ailesi, çetin bir yolculuğunun ardından iskân komisyonunun kararıyla Kadirli’nin Hemite köyüne yerleştirilir. Bir göçmen ailenin çocuğu olarak 1923 yılının ekim ayında dünyaya geldiğini belirten Yaşar Kemal henüz üç yaşındayken bir kurban kesimi sırasında sağ gözünü, dört buçuk yaşında iken babasını ve konuşma yetisini kaybeder. Daha on yedi yaşında iken hapishane ile tanışan yazarın yaşam öyküsü sanki umutsuzluktan umut üretme serüveni gibi geçer.
Kendisi o günleri şöyle anlatır:“Babam camide namaz kılarken evlatlığı Yusuf tarafından hançerlenerek öldürüldü. O, namaz kılarken ben yanındaydım, hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor, diye ağladım. Ardından da kekeme oldum ve on iki yaşıma kadar zor konuştum. Yalnız türkü söylerken kekemeliğim geçiyordu. Okuryazar olduktan sonra, hiç kekelemedim.”
Babasının ölümü onu çok etkiler ve uzun yıllar onun öldüğüne inanamaz. Hayatta en büyük acım dediği o günleri “Demir olsam çürürdüm, toprak oldum da dayandım.” diyerek anlatır.
Küçük yaşlardan itibaren kendini çalışmaya mecbur hisseden Yaşar Kemal, ırgatlık, bekçilik, şoförlük, kontrolörlük, vekil öğretmenlik, arzuhalcilik ve gazetecilik gibi kırka yakın işte çalışır. O, çalıştıkça gelişir; geliştikçe ilerler ve iç dünyasında derinleşir. Yaşadığı her acıyı, amacına ulaşmak için bir ilaç eder. Ancak ırgatlıktan yazarlığa giden bu uzun yolda onun da ilk hikâyesini yayınlamazlar. Ortaokul son sınıfta devamsızlık sebebiyle okuldan atılır ve gençliğinin ilk yıllarında hapse düşer. Fakat o yine de şiirin, edebiyatın ve umudun peşini asla bırakmaz. Kendisi gibi mecbur insanların hikâyesini yazarak umutsuzluğa karşı başkaldırır.
Henüz sekiz dokuz yaşlarında iken sınıf arkadaşı Âşık Mecit’ten saz çalmayı öğrenir. On altı yaşındayken ilk şiirini yayımlar. Ortaokuldan ayrıldıktan sonra çevre köyleri dolaşarak Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun ve Alageyik’in hikâyelerini ve türkülerini derler. “Âşık Kemal” mahlasıyla söylediği şiirlerin ve türkülerin ünü çevre köylere kadar yayılır.
Bir gün sabaha kadar türkü söyleyip muhabbet ettiği Âşık Ali, kendisine “Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın” der. Kendisi bu sözlerden çok etkilenir ve umut zekâsı daha da güçlenir. O günden sonra bir Karacaoğlan umudu düşer yüreğine…
Babasının koruyucusu Zala’nın oğlu eşkıya olup öldürüldüğünde yaktığı ağıt onun için unutulmaz bir başlangıç olur. Önceleri bu işlerle uğraşmasından rahatsız olan annesi, bu ağıtı çok beğenir ve kendisine destek olur.
Yazarın duygu ve düşünce dünyasına etki eden bir başka faktör ise 1940’lı yıllarda Adana’da çıkan Çığ dergisidir. Bu dergi sayesinde Pertev Naili Boratav, Nurullah Ataç, Güzin Dino gibi ünlü isimlerle tanışır. Özellikle, ressam Abidin Dino’nun ağabeyi Arif Dino ile kurduğu yakınlık, onun düşünce ve yazı dünyasının gelişimini önemli ölçüde etkiler. Onların da destekleriyle bir süre görev yaptığı halkevi kütüphanesinde dünya klasiklerinin hemen hepsini okur, çeşitli gazetede ve dergilerde yazılar yazmaya başlar.
Bu umut destekleri sayesinde romanları, öyküleri, şiirleri ve röportajlarıyla Çukurova’dan çıkıp önce Türkiye’yi, sonra da tüm insanlığı kucaklayan Yaşar Kemal, her ne kadar eşkıyalığın kitabını yazsa da hayatta edebiyatın yolundan asla ayrılmaz. O edebiyatla umut üretmenin sevdasındadır. Umuda giden en güzel yolun edebiyat yolu olduğunu tüm dünyaya anlatmaya çalışır.
İstanbul’a ilk gittiğinde otel parası olmadığı için yaklaşık bir hafta İnce Memed’in ilk nüshalarını da başının altına yastık yaparak Gülhane Parkında bir bankın üstünde yatmak zorunda kalır. Kendisi de her insan gibi zaman zaman çaresizliğe düşer, umutsuzluğa kapılır. On yedi yaşında iken düştüğü hapishane koğuşlarında hüzün sağnak sağnak bir şiir gibi yüreğine akar.
“Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin.
Su olsan kimse içmez,
Yol olsan kimse geçmez,
Elin adamı ne anlar senden?”
Hapishanede belirsizliğin ve çaresizliğin girdabına düşen yazarın, o günlerde yine bir acı türkü yakar yüreğini:
“Mapushane içinde üç ağaç incir
Kolumda kelepçe boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil.”
Her şeye rağmen her türlü umutsuzluğa başkaldıran şair bir başka şiirinde de “Dokuduğun gülle işlenmiş gölgen / Umudunu iplik iplik eğirsen” der ve bizlere şöyle seslenir.
“Eeeeey, insanoğlu, sen solucan, sen karınca, sen böcek değilsin. Allah seni bir tek şey, bir tek, bir tek şey için yarattı, başkaldırman için yarattı. Allah sana büyük bir hazinesini, tek kıymetli varlığını armağan etti, yüreğindeki umudu verdi sana… Başkaldırman için umuttan daha değerli bir şey, bir silah veremezdi sana. Onun verdiği umutla, sen eğer başkaldırmayı öğrenseydin, ölümü bile yenerdin.” (İnce Memed 4, 349)
Ona göre “Umudun ölmesi, insanın ölmesinden daha beterdir. İnsan ölür, ölüm haktır. En kötüsü, beteri, dayanılmazı umudun ölmesidir,” (İnce Memed 4, 391)
“Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarının yanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim” diyen Yaşar Kemal, bir yazar olarak en çok aydınların ve yazarların umutsuzluğundan muzdarip olur. Baldaki Tuz (1960) kitabında aydınların umutsuzluğunu adeta yüzlerine çarpar ve isyan umudunu ateşler.
“Can çıkmayınca huy çıkmaz derler. Gene başladık: “Olmaz efendim, yapamayız efendim. Bizim gücümüz yetmez. Geriyiz, hem de ne geriyiz…”
Umut zekâsı, öncelikle elde var olanın kıymetini bilerek ve şükrünü dile getirerek çalışır. Umut, yüreklerde böyle gelişir ve yetişir. Umut, ölçüsüzlüğü, şımarıklığı ve bozgunculuğu reddeder. Efendiliğini bozmadan, ezberleri bozararak yoluna devam eder.
Yaşar Kemal, aynı yazının devamında aydınlarımızı eleştirerek umut yönünde geliştirmeye çalışır. Onlara der ki “Amenna, geriyiz… Bir zamanlar geri olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi her şeyi, her derdimizi söylüyoruz. Yasak düşünceleri bile dile getiriyoruz. Memleketin her derdine öyle bir parmağımızı basıyoruz ki, hem de en can alıcı yerine, hem de yaranın gözüne. Daha ne istiyoruz? Şımarıklığın da, istemenin de bir yeri, bir ölçüsü olmalı değil mi? Bundan ileriye gitmek bozgunculuğun ta kendisi…
Aydın olarak, bizim çabamız ahtan oftan ileri geçmedi… Bütün bu söylediğimiz dertlerimize bir çare… Çare dedik mi, işte orada zınk diye duruyoruz. Çarelere gelince yan çiziyoruz. Çareler karşısında umutsuzluğa, karamsarlığa düşüyoruz. Biz böyle gelmiş, böyle gideriz. Düzelmeyiz. Düzelsek de, bu gidişle daha yüz yıl, yüz elli yıl ister, diyoruz. Hiçbir çaremiz yok ki. Biz aydın olarak da bu toplumun ürünleriyiz. Deveye boynun neden eğri demişler de, nerem doğru ki, demiş. Bizim en eğri yerimiz, bence aydınlarımız, şunun adına da artık “aydın” demeyelim de “aydına benzerlerimiz”. Avrupa kitaplarından büyük laflar bellemişlerimiz. Aydın olmak için büyük laf öğrenmeyi yeter sayanlarımız.”
“Ben size iyimserim, iyimserliğin yazarıyım” diyen Yaşar Kemal’e göre “Umutsuzluk, karamsarlık, karanlıklara ışık tutamamak, karanlıklardan kaçmak, karanlığın üstüne gidememek, onunla savaşamamak bilgisizlikten, inanamamaktan geliyor. Bilgili, olgun, gerçek aydınlar, umutsuzluğa düşmezler, umutsuzluğun üstüne çıkarlar. Yirminci yüzyıl insanoğlu için umutsuzluk yüzyılı olamaz, bunu iyice bilirler. Bunu bilmek, buna varmak sağlam bir kültüre yönelmekle olur. Sağlam bir kültüre varmış, gerçek aydın kişi, olayların karşısında apışıp kalmaz. Geriliğin, yokluğun çaresini bilir. Çaresini bildiği, korkmadığı, kendine inancı, dünyaya, insanlara, yüzyılımıza inancı olduğu için de savaşa atılır. Umutsuzluğumuz, karamsarlığımız, korkumuz, derdi keşfedip onun karşısında eli kolu bağlı kalmamız, yarım aydın, bencil, bilgisiz oluşumuzdandır. Umutsuzluk geri kafalılıktan, düşünememekten doğar.”
Evrensel kültürün önemiyle yerel kültürün zenginliğine ve derinliğine sıkça vurgu yapan Yaşar Kemal’in ütopyasını “iyi insan ve umutlu insan” oluşturuyordu. O der ki: “Dünyamız, ne büyük mutluluktur ki, on binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her kültürün bir rengi, bir kokusu vardır. Dünyamızın bir çiçeğinin koparılması, dünyamızdan bir rengin, bir kokunun yok olmasıdır.”
O, her daim içinde en zalim insanların bile yüreğinin bir köşesinde küçücük de olsa bir merhamet ve adalet duygusunun umudunu taşıyordu. O, halkını çok seviyordu. Her şeye rağmen bu toprakların insanlarından umudunu asla kesmedi. Yabancı devletlerden onlarca davet gelmesine rağmen ülkesini terk etmedi. Büyük bir insanlık birikimi bırakarak 2015 yılında aramızdan ayrılan şair yüksek bir umut zekâsına ve olumlu bir düşünce gücüne sahipti.
“Bir türkü duyulur… Gecede başka türlü, gündüzde başka türlüdür. Çocuk söylerse başka tatta, kadın söylerse başkadır. Dağda söylenirse başka, ovada, ormanda, denizde başka türlüdür…” derken sanırım türkü tadında bir hayat yaşamanın önemine değiniyordu.
Onun son çağrısı sanki vasiyeti gibiydi: “Coğrafyasından ve çokkültürlü bir toprak olduğundan dolayı çağlar boyu dünya kültürüne kaynaklık etmiş Anadolu, binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Böyle bir zenginliği yok etmek, insanların yüreğine kin ve öç tohumlarını ekmek hiçbir ülkeye hayretmez. Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sağılması bizim elimizde… Çok hatalar yaptık ama umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok. Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliği seçecekse, bu, evrensel insan haklarından, düşünce özgürlüğünden geçer… Biz umudun insanı insan yapan gücünü de biliyoruz. Bir gün insanlık umudun bilinmeyen gücünü ortaya çıkaracak. Bu yeni umut da insanları mutlu edecek.” (Bu Bir Çağrıdır, 147)
Son nefesine kadar bu ülkenin umudunu savunan şairin “Bu Sabah” şiiriyle umutlarımızı bir kez daha tazeleyelim ve onun deyimiyle “umut kirmenini” güçlü bir şekilde çevirmeye devam edelim.
“Bu sabah gök güzel, mavi, tertemiz;
İçimden geçiyor aydınlık bir iz.
Öyle bir saadet ince belirsiz,
İnandım ki artık ben gülüyorum.
Bu sabah sütünü emdim sevincin;
Düştü kabuk gibi haset, fitne, kin;
Umut kirmeninde eğrilmek için
İpek gibi tel tel sökülüyorum.
Kovdum yüreğimde yatan garibi;
Bu sabah şu ufkun benim sahibi.
Bir ışık içinde akan su gibi
İçimden içime dökülüyorum.”
Teşekkürler Yaşar Kemal, bizi yeniden “bir aydın ve bir Anadolu umuduyla” uyandırdığın ve umutlandırdığın için…