HATİCE EĞİLMEZ KAYA – SÖYLEŞİ
Tuğçe Yerdelen
“Edebiyat hem gerçeklikten besleniyor hem de ondan tamamen ayrı”
Eğitimci, şair, yazar Hatice Eğilmez Kaya, “Benim durduğum yerde -ki genel olarak durağanlığı severim- edebiyat bu dünyanın içinde bir başka dünya. Belki de paralel bir evren. Hem gerçeklikten besleniyor hem de ondan tamamen ayrı. Çoğu kez aykırı, başkalarıyla uyum sağlayamayan… Orada daha özgür ve kendim gibi hissediyorum. … Eğer okuyup yazmasaydık ne baş döndürücü bir paradoksa kapılırdık. Dilimiz, düşüncelerimiz, duygularımız; yavan, tatsız, tuzsuz ve renksiz olurdu. Edebiyatla ilgilenen insanlara gönülden saygı duyarım sonsuzluğa akıp giden bir ırmak keyfindeki zamanlarını güzel kullandıkları için. Şiir hayatımın merkezinde. Edebi türler içinde ilk onunla tanıştım. Şu anda dört tane şiir dosyam kitap olmayı bekliyor. Ve ben şiir, şiir, şiir diyorum” dedi.
14 Kasım 1969 yılında İzmir’de hayata gözlerini açan Hatice Eğilmez Kaya, Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’nden mezun oldu. 1990 yılından itibaren çeşitli liselerde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapan Kaya, 2002 yılında Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Dünyası Edebiyatları Ana Bilim Dalında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Halen aynı enstitüde doktora öğrencisi olan Kaya’nın, 14 kitabı vardır.
Kendisini okuyup, yazmaya adayan değerli öğretmenim Hatice Eğilmez Kaya ile gerçekleştirdiğimiz keyifli röportajla sizleri baş başa bırakıyorum.
Cüneyne Dergisi Genel Yayın Yönetmeni sevgili Hatice Eğilmez Kaya’yı sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Tuğçe Yerdelen: İşitme engelli babaanneniz size küçükken Yunus Emre’nin ilahilerini okurmuş. Ardından ortaokuldayken ‘öğretmenler günü’ konulu şiir yarışmasında birinci oldunuz, lisedeyken yine yarışmalarda derece aldınız. Hatta lakabınız ‘şair kız’dı. Bize biraz o yıllardan bahseder misiniz?
Hatice Eğilmez Kaya: Çocukluğum ve ilk gençliğim seksenli yıllara denk geliyor. Anne babam benim büyüdüğüm yıllarda çalışıyorlardı. Dolayısıyla bana ve benden iki yaş büyük ağabeyime babaannem bakardı. Babaannem işitme engelliydi, eşini genç sayılabilecek yaşta kaybetmişti. Öldüğünde ona kavuşacağına inanıyordu. O yaşlarda benim için ölüm tuğba dalına konmuş, sevdiğini bekleyen bir kuşla somutlaşmıştı. Babaannemin söylediği ezgili şiirlerin Yunus Emre’ye ait olduklarını da yıllar sonra öğrenecektim.
Doğup büyüdüğüm semt Altındağ’ın eteklerinde kuruludur. Bu semtin ilk evlerinden biriydi bizim evimiz. Yeşilova, adı üzerinde dümdüz olduğu için çevremizi kuşatan Ege Denizi’ne paralel dağları görürdük. Yukarıda ise masmavi bir gökyüzü… Uzun yıllar benim dünyam İzmir’in dağlarından ve koskocaman bir gökyüzünden ibaretti.
Okuduğum ilkokul, ortaokul ve lise de küçük dünyamın içerisindeydi. Babam bazen bizi motosikletiyle deniz kenarına götürürdü ve biz orada ayaklarımızı denize sokardık. Mevsim yaz, hava sarı sıcak da olsa denize yalnızca ayaklarımızı sokmamıza izin vardı. Şimdi düşünüyorum da babamın bizi götürdüğü sahil Bayraklı sahiliydi galiba.
İlk anılarımda Kıbrıs sorunundan ötürü Yunanistan’la aramızdaki gerilimli günlerin izleri var. Üzerimizden çok sık savaş uçakları geçerdi. Ve elbette karartma geceleri… Yetişkin bir kız olduğumda bile tepemden uçak geçtiğinde eve kaçar, uçağa asla bakamazdım. Korku hayatımın en baskın duygusu oldu her zaman. Göl kenarında gördüğü kurbağalar hariç her şeyden korkan bir tavşana benzetirim kendimi. Ayrıca Altındağ’ın tepesindeki ağaçlardan da çok korkardım. Çoğu kez onlara bakıp sokağa çıkmaktan vazgeçerdim. Ağabeyim onların Yunan askerleri olduklarını söylerdi. Ben de inanırdım onun bu masum yalanına. Aklı sıra kendisi arkadaşları ile kuş avlamaya ya da meyve toplamaya gittiğinde ben düşman askeri korkusuyla sokağa çıkmayacaktım.
Yeşilova tam anlamıyla bir çukurdu aslında. Orada yaşayanlar bambaşka gözlerle bakarlardı dünyaya, bugün de aynıdır durum. Kadınları utangaçtı, aynı yerden iki kez geçmekten çekinirlerdi. Erkekleri yeni yeni tutunmaya çalıştıkları şehrin hem içinde hem de tamamen dışında yaşarlardı. Bütün düşleri derme çatma da olsa birer ev inşa etmekti -o zamanlar oldukça ucuza aldıkları- pek de geniş olmayan arsalarına. Biz çocuklar ise her türlü sokak oyunu ile, topraktaki solucanları, baharda beliren uğur böceklerini izleye izleye, üstümüzden geçen göçmen kuşların katarlarına hayran hayran bakarak büyüdük. Yeni kurulan bir semtte, inşaatlardan yollara saçılan çiviler bile bizim için birer oyuncaktı. Ya da kırık tuğlalar, henüz katledilmemiş ağaçların uzunca dalları da… Tombilibiş, çelik çomak, köşe kapmaca… Toprağa sapladığımız çivilerle oynadığımız, ad bile vermediğimiz bir oyunumuz da vardı. Elbette biz kızlar için beştaş, ip atlamaca, kaydırak… Ağabeyimin renkli topaçları. Annem evimizin arkasındaki dut ağacından bebek yapardı, çala çaputla giydirirdi onları… Böylesi doğal bir çocukluk yaşadım. Ayrıntılarını yazmaya kalksam buradan köye, Uşak-Banaz- Çamsu köyü, yol olur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında başkahraman Hayri İrdal, dehaya benzettiği yaratıcı karakterini boş yere “müsavi /özgür” geçirdiği çocukluk yıllarına bağlamaz.
Çevremdeki çocuklardan sözel yeteneğimle o yıllarda bile ayrılmaya başlamıştım. Durmadan konuşurdum, çok şey biliyormuşçasına kendine güvenerek. Okulda da öğretmenim bir cümle kurmamızı istese herkes basit cümleler kurarken ben şairane cümleler kurardım. El yazım çok kötüydü fakat dil gücümle kapatırdım bu eksiğimi. Sordunuz da bellek sandığımı bir güzel deşeledim.
Ortaokulda ve lisede yazdığım şiirlerle şair kıza çıkmıştı adım. Sonrasında da Buca Eğitim yıllarım geliyor. Sağım solum edebiyat, kör istemiş bir göz Allah vermiş iki göz derler ya, işte tam da öyle…
“EDEBİYAT BU DÜNYANIN İÇİNDE BAŞKA BİR DÜNYA”
T.Y: Edebiyat literatürde; “olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığıyla estetik bir şekilde ifade etme sanatı” olarak geçiyor, Hatice Eğilmez Kaya için edebiyat nedir?
H.E.K: Benim durduğum yerde -ki genel olarak durağanlığı severim- edebiyat bu dünyanın içinde bir başka dünya. Belki de paralel bir evren. Hem gerçeklikten besleniyor hem de ondan tamamen ayrı. Çoğu kez aykırı, başkalarıyla uyum sağlayamayan… Orada daha özgür ve kendim gibi hissediyorum. Bu yaşıma kadar yaşayageldiğim kişisel hayatımda hep çemberin içinde kalmaya çalıştım. Mesleğim, arkadaşlarım, ailem, komşularım, öğrencilerimle dar fakat güvenli bir alanda var oluşumu sürdürüyorum. Edebiyatla olan ilgimde de mümkün olduğu kadar bu alandan çıkmamaya çalışıyorum. Saklambaç oynamak ya da gövdesi genişçe bir ağacın arkasından çevremi izlemek gibi bir şey bu.
İnsan, insan olmak için doğar. İnsan doğduğumuza inanmıyorum. Yaşadığımız süreç içerisinde kendi kişisel evrimimizi ya tamamlayabilir ya da tamamlayamayız. Binlerce yıldır yaşamış / yaşamakta olanlar içinde insan olmadan ölmüş / ölecek milyarlarca kişi var. Şu anda içinde debelendiğimiz bozuk düzenin nedeni de bu karmaşık durum. Edebiyat ve dilin hak ettiği biçimde yetkin kullanımı insanlaşma eylemimizin -ki bir oluş eylemidir- gerçekleşmesinde önemli bir işleve sahiptir. Kendimizi gerçekleştirmemizde elimizden tutar. İyi huylu bir dost, yoldaş gibi. En mutsuz, aynı zamanda başkalarını mutsuz kılan insanlar kendilerini gerçekleştirememiş olanlardır.
T.Y: “Türk edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı?” tartışması hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
H.E.K: Türk edebiyatı, diyorum. Çünkü edebiyat yalnızca dil işi değildir, binlerce bileşimin bir araya gelmesiyle oluşan canlı bir yapıya sahiptir. Dil bu bileşimlerden yalnızca birisidir. Kullandığımız her sözcüğü tek başına ele alamayız, ayırdına varmalıyız ki her sözcük binlerce yıldır kullananların özleri ile yoğrulmuş, kimlik sahibi olmuştur. Herhangi bir sözcüğü yazarken / söylerken, okurken/ işitirken onunla birlikte çağdan çağa aktarılan özü de içselleştirir, bizim kılarız. Kültür, edebiyat ve dil ayrılmaz bir bütündür; tıpkı saatle, takvimle parçalanamayacak zaman gibi…
“ÖĞRENMEK VE DÜŞÜNMEK YANMAK DEMEKTİR EN ÇOK”
T.Y: Ömrünüzü edebiyata adamış biri olarak size şunu sormak istiyorum; gözlemlediğim kadarıyla toplum edebiyat konusunda ikiye ayrılmış durumda. Bir kısım adeta edebiyat tutkunu, diğer kısım ise edebiyata oldukça mesafeli. Peki neden bu keskin ayrım var?
H.E.K:“İranlı bir şair diyor ki: Aşk’a uçarsan kanadın yanar. Bunun üzerine Mevlana diyor ki: Aşk’a uçmazsan kanat neye yarar?” Edebiyata mesafeli olanlar; edebiyattan korkanlar, ondan çekinenlerdir. Anlamaktan, yanmaktan, yorulmaktansa günlük hayatın tatlı rehaveti içinde yaşamayı yeğlerler. Edebiyata tutkun olanlar ise tadına bir kez bakıp, onun kekremsi tadından, çakırkeyif olmaktan vazgeçemeyenlerdir. Her insan çok şey öğrenmeyi, fazlaca düşünmeyi istemez. Öğrenmek ve düşünmek yanmak demektir en çok. Yanmayı kim göze alabilir pişmek / insan olmak isteyenden başka…
Bana kalırsa kalbi bağlayıp aklı hapsederek yaşamak demektir edebiyatsızlık. Okudukça ve yazdıkça kitapların büyülü dünyalarına sığınırız, baş başa kalırız hiç tanışmadığımız bize yazan ya da bizi okuyanlarla. Derinliklere yolculuk gerçekleştiririz yahut başkalarını davet ederiz böylesi bir yolculuğa. Okur yazarlar için yazınsız bir hayat renkten ve ışıktan yoksundur; işe yaramazdır, kokusuz, yavandır… Bu yüzden dışımdaki hayattan çok edebiyatın içindeki hayata eğilimliyim.
Edebiyat tutkunu olan bir kimse; duyarlıdır, gönül gözü açıktır. Varlığın yalnızca görünen yanıyla değil, özüyle ilgilenir. Önyargılı düşünmenin tuzağına düşmez asla. Cevizi kırmadan daha, içindekinin tadını ve yararını bilir. Aşağılama bilmediği gibi aşağılanma da kabul etmez. Okuduklarını ve yazdıklarını içselleştirenler nefs / ego / benlik duygusunu aşarlar.
“Toplum” dediğimiz insan yığını sokaklarda, caddelerde savrulur güz yaprakları gibi; bir aşağı bir yukarı. Dehşetli bir devinim halinde evlerine, işyerlerine, okullarına, alış veriş merkezlerine akın eder insanlar. Doldurur boşaltırlar cadde ve sokakları. Ahmet Haşim’e ömrün tekrardan ibaret olduğunu her akşam yuvalarına dönüp her sabah yuvalarından ayrılan kuşlar hatırlatıyordu. Bizler de o kuşlara denk yaşıyoruz. Bir içindeyiz evlerimizin bir de dışında… Eğer okuyup yazmasaydık ne baş döndürücü bir paradoksa kapılırdık. Dilimiz, düşüncelerimiz, duygularımız; yavan, tatsız, tuzsuz ve renksiz olurdu.
Edebiyatla ilgilenen insanlara gönülden saygı duyarım sonsuzluğa akıp giden bir ırmak keyfindeki zamanlarını güzel kullandıkları için. Zamanın rengârenk geçidini ilk ne zaman fark ettiğimi ayırt edemedim. Sanki doğmadan önce haberim varmış gibi geliyor bana bu aklı yoran döngüden. Güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, sancılı ya da neşeli her an geçtiğine göre okuyanlar bir şeyler keşfetmekten ötürü kazançtadır; yazanlar ise bitimsiz bir akışın bizleri öğütme çabasına “dur!” diyebildiğinden…
Öyleyse edebiyatı yadsıyanlarla aynı kayığa bile isteye binmem, diyebilirim. Bazen mecbur kalsam da…
T. Y: İnceleme alanındaki son kitabınız Hilmi Yavuz “Hüzün En Büyük Muhalefettir” ismiyle okurlarına ulaştı. Çağdaş Türk edebiyatının önemli adlarından birisi olan 87 yaşındaki Yavuz, şair ve yazarlığının dışında aynı zamanda eğitimci ve felsefeci… Kitabının oluşum evresini bizlere anlatır mısınız?
H. E. K: İnsan duyunca / hissedince daha bir insan; benim durduğum pencereden bakıldığında bizi iyi kılan, iyiliğe yaklaştıran yanımız lirik yanımız. Duygularımız bizim sağ olduğumuzun, ölmeyip yaşadığımızın en güçlü kanıtları. Şimdiki zamana ve insanlık tarihine baktığımızda düşüncelerimizle binlerce kez bölündüğümüzü ve öteki oluverdiğimizi görürüz, oysa duygularımız bizi bütünleştirir “bir” kılar. Hele ki sanatta, edebiyatta ve elbette şiirde… Bu nedenle olsa gerek bütün lirik şairleri kendime yakın bulurum. Lirizm duyarlılıklarla kurulan sapasağlam bir kale, eski aşıkların yolculuk gerçekleştirdikleri kalp kalesi gibi. “Fırtına çıktı içeri aldık fesleğenleri” der bir şiirinde Hilmi Yavuz. Onun bu dizesi beni çok etkiler. Bir başka derinlik hissederim.
Okunup anlaşılması zor bir şair aynı zamanda. Neredeyse dört yıl bu kitapla uğraştım. Bazen kendimi karmaşık sokaklarda ya da bir labirentin içinde geziyor gibi hissettim. Bütün yazdıklarımı geride bırakıp kaçasım geldi birden fazla kez. Yine de kitabı bitirmekteki kararlılığımdan ödün vermedim. Başka hiçbir kaynağa bakmadan salt Hilmi Yavuz şiirleriyle baş başa kaldım. Deneme tadında önemli bir kısmını anlayıp anlatmaya çalıştım. Kitabın ilk ve en büyük bölümü Büyü’sün Yaz’a ilişkin. Bu bölümde Büyü’sün Yaz’ı ve sonrasında yazdığı Talan Şiirleri’ni didik didik ettim. Çok yoruldum, galiba değdi. Tedbirli olmak açısından “her ne kadar sürçi lisan ettiysem affola!” demeyi uygun buluyorum.
“GRUDA, TEPEDEN TIRNAĞA SANAT OLAN BİR KİŞİLİK”
T. Y: Yılmaz Gruda’yla yaptığınız söyleşiyi kitaplaştırdığınız San’at Üzre Bir Derûn Söyleşi kitabınızda oldukça ses getirdi. Sevgili Gruda tiyatro ve sinemanın duayen isimleri arasında, onunla gerçekleştirdiğiniz söyleşiden bahseder misiniz?
H.E.K: Yılmaz Gruda, tepeden tırnağa sanat olan bir kişilik. Beni en çok şairliği ilgilendirse de… Size Yılmaz Gruda’dan, kendi imlasıyla, Muhsin Ertuğrul için bir cümle aktarayım: “Sesine ‘gülücük’ indi!…” Epritilmemiş bir cumhuriyetin çocuğu Gruda. Ustası için ne güzel bir ifade kullanmış. Eser boyunca bütün konulardan çok tiyatroyu ve tiyatrocuyu anlattı bize. Evine ekmek götürdüğü mesleğini. “Biz tiyatrocu’lar, ‘göçmen’ kuşlar gibi’yizdir: Bulunduğumuz vilâyet içre, arada bir vilâyetler arası, O tiyatro’dan, bu tiyatro’ya, türlü neden’lerden ötürü, göçer dururuz…” diyor Yılmaz Gruda. Şiir gibi…
2021 yazı ve sonbaharı Yılmaz Gruda’ya ulaşma çabalarımla geçti. Cüneyne için Yılmaz Gruda’ya yönelik sekiz soru hazırlamış, sorularımı bir türlü ulaştıramamıştım. Zemherinin ortasında, havaların iyice buza kestiği zamanlar; Hilmi Yavuz’un facebook sayfasında iki büyük şair’in – Hilmi Yavuz ve Yılmaz Gruda- ‘selamlaşma’larını gördüm. Hemen Hilmi Hoca’yı aradım. Şair arkadaşının, ağabeyinin numarası mutlaka onda vardır, diye. Nitekim varmış da. Hilmi Hoca çok mutlu oldu. “Can kızım, harika olur, hemen ara. Önemli şairdir Gruda, göz önünde bulunmalı hep!” dedi. Durur muyum, aylar sonra elime geçirdiğim numaradan Yılmaz Gruda’ya ulaştım. Telefonda akıcı Türkçesi olan tok bir ses, sağlam mı sağlam bir bilinç, incelik sahibi bir adam… Sevecenlik ve ilgi ile konuşan iyi bir kalp. Mail adresini verdi. “Ne zaman istersen arayabilirsin. Elini çabuk tut. Mevlana dizisinin çekimleri için Konya’ya gideceğim. Bu arada bitirelim bu işi.” dedi. Süre sordu. “Bir mart” dedim. Usta şair, sorularımı gördükten sonra “kapsamları çok dar” demedi. Biraz daha araştırma yapmamı salık verdi o kadar.Hızlı fakat heyecanlı araştırmalarım soru sayısını on yediye çıkardı. Gönderdim. “İstediğiniz kadarına cevap verirsiniz. Beğenmediklerinizi es geçersiniz!” dedim. Ne es geçmiş ne kenara atmış. Hepsine cevap vermeye başlamış. Yılmaz Gruda’nın yazdıklarına müdahale etmedim. Yazım kurallarına, noktalama seçimlerine… Ve sorduğum soruların tarafından sıralanışına da. Böylece dergi için başlayan söyleşimiz kitaba dönüştü.Eski pehlivan tefrikaları gibi arkası yarınlarda bir kitap…
Burada kitabın arka kapak yazısını paylaşmadan edemeyeceğim.
Yılmaz Gruda’dan Muammer Karaca’ya ilişkin hoş bir anekdot:
“Yolda falan karşılaştığımızda… sağ el baş parmağını, dudakları arasına alıp, bana:
Kısık; fakat bizim -öyle denir:- bütün Ortaoyuncu’larının ünlü ‘gırtlak’ sesiyle: “Ne haber ağzı mangallı?” deyip…
Mangal, bizim çocukların ‘alâmet-i farika’m dediği, pipo’m!…
Ardından, sağ elini, sol koltuğu’nun altına atıp, gülerek: “Okumuş!” der, yürüyüp giderdi…
Bir gün, tam gidecek, durdurdum. “Peki Hocam” dedim. “Başparmağın, ‘mangal’ dediğin pipo’m!… Fakat koltuk altına attığın sağ el’in, ne ifâde ediyor?” Yine, aynı sesle: “Ütü’n Okumuş, ütü’n; yani, kitapların!” demişti…”
Ne güzel de yakıştırmış; “kitap insanın ütüsü”, düzeltir, kırışıklarından kurtarır onu.
“BEN ŞİİR, ŞİİR, ŞİİR DİYORUM”
T. Y: Gürültüsüz Gece Kelebekleri şiir kitabının tanıtım bülteninde ; “Şiir, öyle belalı bir iştir ki şair; sayısız gecesini bir dizenin mahremiyetinde geçirir. Herkes uykunun kucağında dinlenirken o uykusuz kalır. Onun için kârlı bir alışveriştir bu. Uyku verip şiir alır. Ağacın yeşilini, denizin mavisini, ırmağın özlemini, ateşin kırmızıya çalan gülümseyişini herkesten daha farklı gözlerle görebilmek, herkesten daha etkili bir dille anlatabilmek için başka çaresi de yoktur zaten” ifadeleri yer alıyor. Hem nesir hem de nazım üretiyorsunuz. Bu bağlamda şiir hayatınızın merkezinde mi? Yoksa düzyazı mı daha ağır basıyor?
H.E. K: Şiir hayatımın merkezinde. Edebi türler içinde ilk onunla tanıştım. Çocukluğum, ilkgençliğim ve üniversite yıllarım şiirle geçti. Neliğini ve nasıllığını hakkıyla bilmeden. Sonrasında evlendim, çocuğum dünyaya geldi. Ve ben okul hayatımdan bambaşka ve bana oldukça yabancı bir dünyaya girdim. Hem gurbette hem de sılada gibi yaşadığım onlarca yıl. Öğretmen olarak da, kadın olarak da gözle görünür biçimde farklıydım. Hatta bir edebiyat öğretmeni arkadaşım beni seven bir sınıfa “o tuhaf kadının nesini seviyorsunuz?” diye sormuş. Ben de “onun beni tuhaf bulması benim için iltifattır” diye cevap vermiştim işittiğim değerlendirmeye. Otuzlu yaşlarımda sufi şiirler yazdım. Sonsuzda Kanmak adında bir şiir kitabım var. Dini Tasavvufi Türk Halk Şiiri geleneğine uyan şiirler. Dünyaya bambaşka bir pencereden bakıyordum. Dış dünyaya ait hiçbir şey bana sahici gelmiyordu. 21. yüzyılın başlarında içinde bulunduğum kozadan başımı çıkarıp çevreme baktım. Şiir inanılmayacak kadar değişmişti. Sufi gelenekten çağdaş şiire dönmeye çalışırken bir hayli bocaladım. Yüzlerce diyebileceğim kadar eleştiri aldım. Fakat yılmadım. İnadına çağdaş şiir yazdım. 2012’den sonra bir daha sufi şiir yazamadım. Badeli şairlikten istifa etmiştim. Badesiz şairliğe de kabul edilmiyordum. Dediğim gibi yılmadım. 2012 yılında İnceciktir Kırılmak adlı ilk şiir kitabımı yayımladım. Sonsuzda Kanmak hala rafta dursa da. Tam on yıl sonra Gürültüsüz Gece Kelebekleri şiir dosyamla Ekin Sanat Dergisi Mehmet Aydın Ödülü’nde jüri, Mehmet Rüzgâr ve beni ikinciliğe layık gördü. Şu anda dört tane şiir dosyam kitap olmayı bekliyor. Ve ben şiir, şiir, şiir diyorum.