PETER GREENAWAY
Bir yönetmenle nasıl tanıştığımı her zaman önemsemişimdir. Tanışma sözü yanlış anlaşılmasın yönetmenin filmleri ile tanışmaktan bahsediyorum. Peter Greenaway’in ilk izlediğim filmi Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı (1989) oldu. Filmi 1996 yılının ocak ayında izlemişim. İnsanı hırpalayan, sıra dışı bir filmdi. Ama muhteşem bir görselliği vardı. Aynı yılın mart ayında yapılan Ankara Film Festivali’nde Kavaklıdere sinemasında Macon’un Bebeği’ni (1993) izlerken renkleri, tarzı, kamera hareketleri ve sıra dışılığı yakınlarda izlediğim bir filmi anımsatıyordu bana. Düşününce o filmin ocak ayında izlediğim Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı olduğunu buldum ve bu iki filmin yönetmeni aynıydı. O yıllarda filmleri yönetmene göre seçmiyordum. Ama bu fark edişle artık yönetmen sineması takip etmem gerektiğini anlamıştım.
Bu uzun girizgahtan sonra yönetmeni anlatmaya başlayabilirim. Peter Greenaway 1942 yılında İngiltere’nin Galler bölgesinde doğar. Resim eğitimi almış bir ressam olan yönetmenimiz aynı zamanda yazardır, pek çok sergi açan, roman yazan Greenaway ilk kısa filmini 1966 yılında çeker. Kısa filmler ve belgesellerin ardından 1982 yılında ilk uzun metrajı Ressamın Kontratı’nı gelir. Çok üretken olan sanatçı ressamlığı ve yönetmenliği birlikte götürür ve 1966 yılından 2017 yılına kadar sinema ve TV için kısa, uzun, belgesel olmak üzere seksene yakın film çeker. Video Art’tan enstalasyona hatta operaya kadar farklı alanlarda üretim yapar Greenaway. 1997 yılında 16. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü alır.
İzlediğim filmlerini kısa kısa da olsa sizlerle paylaşmak isterim. Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı filmini izleyen çoğu insanın ilk tepkisi “iğrenç” oluyor. Ama filmde yarattığı bu dünya ile neyi amaçlamaktadır Greenaway? Eleştirel sanat ve bakış açısı işte böyle bir şey diye düşünüyorum. Tüketim toplumunu yemek yeme, boşaltım ve cinsellik üzerinden masaya yatırmış yönetmen. Alegorik anlatımı, uzun plan sekansları, kaydırmalı çekimleri ve kullandığı renk paleti ile görsel harikalar yaratıyor. Görsellikle ve biçimsellikle içeriği oluşturuyor. Yarattığı sahneler Caravagio tabloları gibi. Film üzerine çok çeşitli okumalar yapılabilir. Üretim-tüketim ve mutfak üzerinden alegorik olarak kapitalizm eleştirisi yapılıyor. Kokuşmuşluk ve iğrençlik izleyiciyi zaman zaman hırpalıyor, yönetmenin amacı da budur bence.
Macon’un Bebeği de başka bir yıpratıcı filmidir. Bu film ise bir Hristiyanlık alegorisidir. Hristiyanlığın mucizeleri mizahi bir tarzda ama rahatsız edici biçimde geliyor karşımıza. Aslında sergilenen bir tiyatro oyunudur, İtalyan tiyatrosuna benzer bir açılışla gireriz filme ve seyirciye bunun bir tiyatro oyunu olduğu anlatılır. Örneği az bulunacak bir film vardır karşımızda. Çeşitli çevrelerce ve özellikle kilise tarafından lanetlenmiş bu film ilerledikçe tiyatro oyunu ve gerçek iç içe geçer. Oyun nerede gerçeğe dönüşür? Bir ülkede bütün kadınlar kısırdır ve halk bunu tanrının laneti olarak görmektedir. Ama bu arada çirkin bir kadının çok güzel bir oğlu olur. Çocuğun ablası herkesi onun ermiş olduğuna inandırır. İnsanlar kutsanmak için çocuğun önünde sıraya girerler ve abla da bundan yararlanarak zengin olur. Kilise ise bu durumdan rahatsızdır, abla bakiredir ama çocuğu kendinin doğurduğunu iddia eder. Bu arada Piskoposun oğlu ile evlenmek için de her yolu dener. Çocuğun gözü önünde onunla sevişmek istediğinde olaylar raydan çıkacak ve kilise kıza korkunç bir ceza verecektir. Film rahatsızlık verdiği ölçüde de mükemmeldir, Julia Ormond’un olağanüstü performansı ile bunca yıl sonra bile hala aklımda.
Tual Bedenler (1996) değişik öyküsü ile yine sıra dışı bir filmdir. Nagiko’nun babası her doğum gününde kızının vücuduna hediye olarak kaligrafi ile bir dövme yaptırır. Bu dövmelerdeki aşk şiirleri 10. Yüzyıldan kalan The Pillow Book adlı bir günlükten alınmadır ve filmin orijinal adı da buradan gelir. Güzel Nagiko evlendiğinde sıradan bir adam olan kocası ile mutlu olamaz. Şiir tutkusuna cevap verecek birini aramaktadır. Sonuçta yakışıklı bir İngiliz ile tanışır, Jerome onun şiir tutkusunu anlar ve vücuduna şiirleri işlemesini kabul eder. Bir bedenin tual gibi kullanılmasını anlatan bu film kadın ve erkek arasındaki ilişkinin sadece erotik çekicilikten ibaret olmadığını vurguluyor.
Gece Devriyesi veya Gece Bekçisi (Nightwatching) diye adlandırılan devasa (3,6 x 4,3) tabloyu Amsterdam Rijksmuseum’da gördüğümde önünden dakikalarca ayrılamamıştım. Tüm figürleri incelemek, ışık ve gölgenin o harika yansımalarını izlemek olağanüstü bir duyguydu. Peter Greenaway’in filmini o nedenle büyük bir merakla izledim. “Nasıl oldu da orta yaşlarında zengin ve saygın olan Rembrandt’ın hayatı yokluk içinde son buldu?” sorgulaması ile yola çıkan yönetmen Gece Bekçisi tablosunun yapılma hikâyesini, içindeki tüm karakterleri sorgulayarak görselleştiriyor. Çok özgün ve ressamın tablolarına benzeyen Gece Bekçisi’ni (Nightwatching) 2007 yılında, devamı gibi olan Rembrandt: İtham Ediyorum filmini de 2008 yılında çeker.
Gece Bekçisi filmi tablonun yapım sürecini ve Rembrandt’ın hayatında yaşananları iç içe geçirerek anlatıyor. Tablonun yapıldığı dönem Hollanda’da karanlık bir dönemdir. Ressam sipariş üzerine bu tabloyu yapmaya başlar ve tablo onun sanatında zirve olarak kabul edilir. Tabloda yer alan milislerin poz vermeleri, o dönemde yaşanan karışıklıklar, cinsel istismarlar, ressamın sekse olan düşkünlüğü, işlenen bir cinayetin kaza denilerek üstünün örtülmesi ve ressamın karısının ölümü. Bütün bunlar Rembrandt’ın ışığı ve karanlığı çarpıcı biçimde birleştirerek yaptığı tablolar gibi görüntülenir filmde. Kurulan sofralar, yemek yenilen sahneler yönetmenin tüm filmlerinde olduğu gibi Gece Bekçisi’nde de çokça kullanılıyor ve İsa’nın son akşam yemeğine de gönderme yapılıyor. Rembrandt’ın karısı Saskia’nın öldüğü sahne ise çok etkileyici, sıcak renklerden birden soğuk renklere ve soğuk ışığa geçiriyor bizi yönetmen. Bu filmi 27. İstanbul Film Festivali’nde Atlas Sineması’nda izlemiştim. Atlas Pasajı ve Sineması 2021’de restore edildi ve bir de sinema müzesi açıldı. Sinemayı ve müzeyi çok merak ediyorum.
- İstanbul film Festivali’nde izlediğim Rembrandt: İtham Ediyorum filminin gösteriminde Peter Greenaway de vardı. İzlediğimiz deneysel bir belgeseldi ve yönetmenin yenilikçi tarzını sonuna kadar kullandığı bir filmdi. Beyoğlu Sineması’nda film sonrası söyleşide uzunca bir konuşma yaptı Greenaway. Zaten filminde de kendi anlatıyor tablonun bir cinayeti nasıl anlattığını, tablodaki gizemi bir dedektif gibi inceliyor ve tüm detayı tek tek anlatarak bizi hayret içinde bırakıyor. Tablodaki 34 karakterin geçmişini, o dönemdeki Amsterdam’daki konumlarını, ortadaki cinayeti ve entrikaları, yaratılan komplonun nedenini tek tek inceliyor. Dijital teknoloji sayesinde yapıyor bunu Greenaway ve tablodaki gizlice bakan göz Rembrandt’ın ta kendisidir diyor. Nitekim bu tablodan sonra ressam gözden düşer ve yoksulluk içinde ölür. Tablodaki milisler Rembrandt’ın zaaflarını kullanarak onun bitişine neden olurlar.
2013’te yine İstanbul Film Festivali’nde izlediğim Goltzius ve Pelikan Kumpanyası (2012) erotizmin doruklara çıktığı, seksin, dini göndermelerin resim sanatı ile iç içe geçtiği bir filmdi ve iktidar, din ve toplum ilişkileri sorgulanıyordu. 16. Yüzyılda Hollandalı erotik gravürcü Goltzius’un Eski Ahit’in resimli kopyasını basmak için paraya ihtiyacı vardır ve Alsace Beyinden yardım ister. Aynı zamanda Eski Ahit’ten altı tabu olan erotik öyküyü kumpanyası ile sahneleyecektir. Eğer Alsace Beyi bu gösteriler sırasında heyecanlanır veya baştan çıkarılırsa Gotsius’un istediği parayı verecektir. Zina, ensest, ölü sevicilik, pedofili, aldatma, fahişelik sahnelenirken yaşananlar Gotsius’un kendi sırlarını da ortaya döker. Yine tabuları yıkan rahatsız edici bir film çekmiştir yönetmen, filmlerinin neredeyse hepsinde sevişme sahnelerini çok kullanır ama bu filmde aşırıya kaçtığını düşünüyorum.
Sessiz sinemanın en önemli yönetmenlerinden ve sinema kuramcısı Sergei Eisenstein’a bir saygı duruşu olarak planlanan Eisenstein Meksika’da (2015) yönetmenin Meksika’ya film çekmek için gittiği bir sürece odaklanıyor. Filmlerinde hikâyeden çok görselliğe önem veren yönetmen bu filminde de mekânı kullanarak bir atmosfer yaratıyor ve her zamanki gibi yenilikçi bir kamerası var. Ama abartılı oyunculuklar beni çok rahatsız etti öte yandan Eisenstein’a saygı duruşu olmuş mu ondan da emin değilim. Sonuç olarak filmi sevemedim.
Yazımı Peter Greenaway için yapılmış bir belgeselle noktalamak İstiyorum. Yönetmenin sanata ve sinemaya bakışını ve aile yaşamını samimi bir biçimde perdeye yansıtıyor bu film. Yönetmenin ikinci eşi Saskia Boddeke çekmiş Greenaway’in Alfabesi’ni (2017). Alfabedeki gibi A’dan başlayarak tanımaya çalışıyoruz yönetmeni. 16 yaşındaki kızı Zoé ile pek çok konudaki sohbetlerini dinlerken yönetmenin sanat ve dünya görüşlerini öğreniyoruz ve sohbet aralarında filmlerinden parçalar izliyoruz. Yönetmen Greenaway’i değil de Peter’ı tanıyoruz bu filmde.
Peter Greenaway “Hikâye anlatmak istiyorsanız yazar olun, yönetmen değil” diyor bir söyleşisinde, onun filmlerini anlamak için bu sözü yeterlidir sanırım. Sineması bütün filmlerinde de söylediğim gibi eleştirel ve sıra dışıdır. 2014 yılında Koç Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada “Sinema senaryo, çerçeve, aktör ve kameranın boyunduruğundan kurtulduğu anda gerçek sinema olacaktır” diyen yönetmen sinemanın sonunun gelmediğini sinemanın aslında hiç keşfedilmemiş olduğunu iddia eder.