TİYATRO DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
- “Hayat da tiyatro oyununa benzer bir şeydir, maskesi düşene kadar herkes bu oyunu sürdürür.” – Desiderius Erasmus
Yeniden merhabalar. İlk yazımda tiyatro sanatını ile ilgili genel bir giriş yapmıştım. Bu yazımda ise kısaca tiyatronun doğuşunu ve gelişimini anlatmaya çalışacağım.
Tiyatronun ayırt edici özelliği, belli başlı sanatların kesişme noktasıdır, tüm sanatları içinde barındırır. Ancak tiyatronun edebiyatla ilişkisi çok daha yakın ve çok daha bütüncüldür. Dramatik yapının kaynağını oluşturan ve ona kimlik kazandıran en önemli yaratıcı unsur yazardır. Bu nedenle, dram sanatının kuramcıları, tarih boyunca, bir tiyatro oyununun ancak “kitaba dönüşebildiği” ölçüde estetik ve sanatsal değere sahip olabileceğini belirtmişlerdir. Çünkü yapıtın yüzyıllar boyu bozulmadan, kaybolmadan kalabilmesini sağlayan yazıdır.
Bu durumda, yalnızca okunmak üzere yazılmış bir tiyatro oyunun gelecek kuşaklara ulaşabileceğini söyleyebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Sahne sözlü edebiyatın çağdan çağa sürebilmesini sağlamak gibi bir önemli özelliğe sahiptir. Orada konuşulanlar, anlatılanlar bir müzik konserinde söylenen ezgiler gibi, çeşitli sesler tarafından yüksek sesle söylenmek ve onları söylerken karşılaştıkları durumları yaşayan aktörler tarafından yansıtılmak üzere düşünülmüştür. Tiyatro yapıtı gerçek sesini, gerçek etkisini halka açık bir gösterinin süresinde kazanabilir. Bu bir film senaryosu metnine de aynı ölçülerle yaklaşacağımız anlamına gelmez, çünkü o metin, film gerçekleştiğinde bir takım görsel sekanslara dönüşerek erimiş olacaktır. Ancak tiyatroda metin basit bir destek değil, yapıtın-eserin özüdür.
Kısaca tiyatronun ayırt edici özelliği üzerini kısa bir girişten sonra tiyatronun çıkış noktasını özetlemeye çalışacağım.
Tiyatronun kökleri ilkel toplulukların dinsel törenlerine ve ritüellerine kadar uzanır. İnsanlık tarihi boyunca tanrıların doğum, ölüm ve yeniden dirilişlerini konu alan ve hayvan postuna bürünmüş din adamları tarafından söylenen tanrı adına düzenlenmiş şarkılara ve danslara rastlanmaktadır. Bugün bile ilkel toplumlarda benzeri törenler yer almaktadır. Dinsel törenlerin tiyatroya geçmesi için üç evreye ihtiyaç vardır.
- Korodan bağımsız olarak konuşan ve ezgi söyleyen bir oyuncuya ihtiyaç var.
- 2- Bir çatışma unsuru gereklidir.
- Fiilen değil ama duygusal olarak olaya katılan bir seyirci kitlesi gereklidir. Bu konu üzerine İ.Ö. 300 yılına kadar uzanan ve Mısır’da bulunan ölü gömme ve taç giyme törenlerine ilişkin metinler vardır. Ancak, bunların gerçek anlamda tiyatro olup olmadıkları tartışılagelmiştir. Bu törenler yüksek rütbeli din adamları tarafından yönetilirdi. Bu törenlere ilişkin metinlerde de bir krala nasıl taç giydirileceğine dair talimatlar yer alırdı. Ancak dikkat edilmesi gereken, bu törenlerde yansıtılan olayın gerçek yaşamla birebir bir ilişki içinde olmasıdır.
Aristotales’e göre, tiyatro bir eylemin taklididir, bizzat kendisi değildir. Böylece Batı uygarlığı tarihinde ilk büyük tiyatro çağı olarak adlandırılan ve İ.Ö. 5. y.y.’a rastlayan dönemde Yunan tiyatrosunun çok parlak bir çağıyla karşılaşıyoruz. Ve ilk kez Yunan tiyatrosunda oyunların rahipler tarafından değil, oyuncular tarafından oynandığını, dinsel atmosferini korumalarına karşılık mabetlerde değil, bu iş için inşa edilmiş özel mekanlarda sergilenmişti
Roma tiyatrosu, Yunan tiyatrosunun örnek alınmasıyla ortaya çıkmıştır. Eski Roma halkı; tanrılar onuruna bayramlar, merasimler ve ayinler düzenlerdi. Bu kutlamalarda halk ikiye ayrılarak birbirlerine fikir beyan eder, şakalaşırlardı. Bu karşılıklı tuluat olarak yapılan konuşmalara müziğin de eklenmesiyle olay boyut değiştirerek, tiyatro tarihi ve gelişimi için önemli bir dönüm noktası olmuş oldu.
Bugün melodrama olarak da tanımladığımız fars ve komedi formlarının tanımının kökeni Roma Tiyatrosu’na dayanmaktadır. Ayrıca o dönemde oluşturulmuş ve günümüzde de varlığını sürdüren önemli tiyatro binalarına imza atılmıştır. Binalara verilen teknik isimler ve tiyatroda kullanılan Latince kelimeler günümüzde de kullanılmaktadır.
Ortaçağ Tiyatrosu, tiyatroya rağbetin ciddi oranda arttığı bir dönem olmuştur. Ortaçağ tiyatrosu, tiyatro tarihi ve gelişimi için önemli bir dönemdir. Ortaçağ’da pek çok devletin kurulması ve yaşanan kilise baskısı tiyatro tarihine yön vermiştir. Kilise baskısına karşılık sanatçılar kendilerini daha abartılı bir teknikle ifade ederek grotesk oyunculuğun temelini atmış oldular. Tiyatronun gücünü keşfeden kilise; tiyatroyu halkı dine yakınlaştırmak için kullanmak istemiştir. Bu sebeple dini oyunlar sergilenmeye başlanmıştır.
Zamanla tiyatro, kilise yönetiminden çıkmaya başladı. Başlarda rahiplerden oluşan oyuncuları artık esnaf localarının belirlediği insanların oynaması tiyatro tarihine yön veren önemli adımlardan biri oldu. Soytarılar olarak ifade edilen saray methiyecisi oyuncular ve gezici tiyatrolar da bu dönemde ortaya çıktı. Günümüzde hala kullanılan birçok oyunculuk tekniğinin ortaya çıktığı bu dönem, tiyatro tarihine büyük ve önemli bir yön vermiş oldu.
Yeniçağda tiyatronun doğuşu; Rönesans’ın geç kalmış bir ürünüdür. Yeni parlayan eski kültür, önce seçkin tabaka arasında yaygınlaştı, hümanizma, soylular arasında yeni bir yaşam biçimi yaratmıştır. Baskı makinasının bulunması edebiyatı büyük ölçüde etkiledi. Dram sanatı da herkesin yaptığını yaptı: yeniden öğrenimine başladı.
Günümüze yaklaştıkça ise,20. Yüzyıldan önce tiyatro sosyo-kültürel değişimlerden çok etkilenmemiştir. Aynı zamanda, dönem artistlerin kendini anlatmaya yeni yollar bulmaya ve kendi fikirlerini seyircilere aktarmaya kalkıştığı bir dönemdir ki bu da tiyatronun değişimini sürekli kılmıştır. Diğer bir yandan, 20. Yüzyılda tiyatro ile yapılan her çalışma tiyatronun zengin, çeşitli olduğunu göstermiştir. Aslında bu stillerin, hareketlerin ve fikirlerin çeşitliliği tiyatronun gelecekteki postmodernist trendin temelini oluşturmaktadır.
1900- 1. Dünya Savaşı öncesi, 20. Yüzyılların başlarında, Tiyatro, giderek artış gösteren sosyal tansiyondan ve toplumun farklı tabakalarındaki kötü insanlardan oluşturulmuştur. Aslında, bu dönem, zengin ile fakirin yüzleştiği, ülkelerde sosyo-ekonomik durumun kötüleşen dönemiydi. Buna ek olarak bu dönem, sosyalist ve eşitlikçi fikirlerin popüler olmaya başladığı dönemdi. Bir önceki dönemde görülen idealist ve romantik fikirler yerini realizme bıraktı. 20. Yüzyılın başları realizmin artan rolü tarafından oluşturuldu.
Bunlarla birlikte, bu dönem çalışmaların, sanatın ve tiyatronun derin bir şekilde modernist trendlerden etkilendiği bir dönemdi. Temel olarak, Tiyatrodaki bu gelişimler çağı oluşturan sosyo-kültürel geçmiş tarafından belirlendi. Daha da açacak olursak, 20. Yüzyıl hızlı gelişen ekonomik ilerlemenin çağıydı. Sosyo-ekonomik gelişmeler, bütün dünyayı kontrol altına almaya çalışan emperyalist hedefli ülkelere dayanırdı. Böyle bir durumda, dünya ulusların üstünlük yarışına girdiği bir arena halini aldı. Diğer yandan, bu politik ve ekonomik yarış, ulusların hızlı sanayileşmesine ve yerel ekonomik oluşuma dayandı. Bu koşullarda, sosyalist fikirler 19. Yüzyılın ortalarında giderek daha popüler olmaya başlamasından beri gelişti ve aktif hale geldi. Sıradan insanların hayata ve dünyaya yaklaşımları büyük oranda değişmeye başladı. İnsanların gerçeğe yaklaşımları daha materyalist (maddeci) ve pragmatist (faydacı) olmaya başladı.
1920’ler ve 1930’lar 20. Yüzyıl tiyatrosu gelişiminin en dramatik dönemi olduğu düşünülür. Tiyatroda yeni hareketlenmelerin ortaya çıktığı ve tiyatronun daha güçlü bir dönem olduğu söylenebilir. 20. Yüzyıl tiyatrosunun çalışmalarının ve sonuçlarının önemini anlamak için, dönemin zihniyetine kısaca değinmek gerekir.
- Dünya Savaşı sonrası dönemi, ekonomik krizin derinleştiği dönemdir. Ekonomik krizin kısa zamanda atlatılmasına rağmen, ekonomik durum dramatik bir şekilde batı kültürleriyle çatışma içerisine girerek kötüye gitmeye başladı. Yani, batı ülkelerindeki ekonomik gelişme daha üst sınıfların baskısı ve öncelik tanımasıyla oluşturuldu. Aslında bu dönemde sosyal çatışmalar en üst seviyeye geldi ve Almanya ve Fransa gibi pek çok batı ülkesi devrimlere ve ciddi sosyal çatışmalara korunmasız haline geldi. Örneğin; Amerika’nın 1920’lerin sonlarından 1930’ların başında ülkenin gelişmesini etkileyen Büyük Buhran döneminde bulunduğu durum çok zordu.
Bu koşullarda, sosyal çatışmanın ve problemlerin aktarıldığı tiyatroda realist hareketler görmek normaldir. Bunun bir sonucu olarak, bu dönem Amerikalı oyun yazarı Eugene O’Neill’in öne çıkan eserleriyle daha verimli oldu. Aslında, 1920’ler boyunca aralarında, Ufukların Ötesinde, (1920) de bulunan en büyük eserlerini yarattı ve bu eser ona Pulitzer Ödüllerini kazandırdı. Hükümdar Jones (1920), Anna Christie (1922), diğer Pulitzer Ödülü, Çeşme (1923), Karaağacın Altında (1925), Tuhaf Dönem (1928), bir diğer Pulitzer Ödülü ve diğerleri. Açıkçası, E. O’Neill’in o dönem boyunca ki çalışmaları çok etkileyiciydi.
- Dünya savaşı sonrasında seyirci ve oyuncular arasındaki bağ güçlendi. 20. Yüzyılın ortalarında Bertolt Brecht öne atıldı ve 1930 -1940 arası en yaratıcı eserlerini ortaya koydu. Bu dönem boyunca sayısız eserlerle epik tiyatro öne çıktı.
Bu sırada, 2. Dünya Savaşı sonrası katı kurallara ve geleneklere tepki olarak şekillendi. 1950 ve 1960’lı yıllarda yeni nesiller ortaya çıkmaya başladı. Yeni nesiller, realizmden uzaklaşarak psikolojik ve duygusal düşüncelere yöneldiler. Temel olarak, bu akımda genel sosyo-kültürel değişimden etkilendi. Bunun nedeni, asi karakterler ve geleneksel fikirlerin geçmişte kalması ve insanların gerçek hayata yönelmesidir.
Günümüz tiyatrosu, tarihinin en derin bunalım dönemlerinden birine girmiş durumdadır. Tiyatronun içinde bocaladığı çelişkiler, çağdaş, dünyanın güncel çelişkilerinden, yani, çağdaş tiyatronun ele aldığı, eleştirdiği çelişkilerden aykırı değildir.
Alkışınız bol olsun.
SABRİ KARAYEL
ANKARA 05/09/ 2022