26 Eylül 2023 günü Cüneyne Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi’nin çağrısıyla gittiğimiz Gürün’de Hasan Hüseyin Korkmazgil’in ‘Şairler Evi’ndeydik. Bir yıl önce açılışı yapılmış olsa da yeniden onarımı, eksiklerin giderilmesi, Ağlasun’daki büstünün getirilmesi ve adam akıllı bir anma ve söyleşi programıyla Gürünlülerle buluşması bu güne bırakılmıştı.
Onurla ve özlemle katıldığımız bu programa yürekten destek veren Kaymakam, Belediye Başkanı, İlçe Milli Eğitim Müdürü, öğretmenler, öğrenciler ve Gürünlülerin katılımıyla coşkulu bir anma ve söyleşinin ardından iyi ki buradayız dediğimiz saatler yaşadık. Gürün ilçesi yöneticileriyle, halkıyla, H. Hüseyin Korkmazgil’i onurla bağrına basmış şiirlerine, kitaplarına, varlığına, anılarına sahip çıkmış ve unutulmayacak bir konuk severlikle bizleri ağırlamış ve genç kuşaklara onu anlatmanın heyecanıyla dolu saatler yaşamamızı sağlamıştı.
Hasan Hüseyin Korkmazgil, Gürün için paha biçilemez bir değerdi, oranın çocuğuydu, acısıyla sevinciyle yaşadığı hayatında Gürün önemli bir merkezdi ve ne Gürün ne de Hasan Hüseyin birbirinden koparılarak anlatılabilirdi. O nedenle, gene Gürünlü bir başka yazar Zeki Büyüktanır’ın bitmeyen mücadelesiyle, onun yıkık viran evi onarılarak anılarının yok olmasının engellenmesi yolundaki çaba da değerliydi. Zeki Büyüktanır üst üste verdiği dilekçelerle dönemin Kültür Bakanlarını, Sivas Valiliğini, Gürün Kaymakamlığını göreve çağırmış, Gürünlülerin evlatlarına sahip çıkmalarını haykırmış, her seferinde eli boş dönse de bugünkü sevindirici eyleme de temel atmıştır.
Zeki BÜYÜKTANIR mücadelesini şöyle anlatmaktadır. “ Frankfurt’a iki kez konuşmacı olarak çağrılmıştım. Her iki gidişimde de Goethe’nin evini ziyaret ettim. Onun o görkemli üç katlı konağını gördükten sonra gelip hemen dostum Hasan Hüseyin’in de Gürün’deki o tek katlı, toprak damlı, kerpiç evinin korunması ve “HASAN HÜSEYİN MÜZESİ” olarak değerlendirilip sevenlerinin ziyaretine açılması için Kültür Bakanlığına başvurdum. Ayrıca Başbakanlık, Gürün Belediyesi ve daha birçok kuruma gönderdiğim dilekçeler ne yazık ki yanıtsız bırakıldı.
Kültür Bakanlığından aldığım küçük bir yanıtta şöyle deniliyordu: ‘ Hasan Hüseyin’in evinin tarihi bir yönü olmadığından koruma altına alınmasına gerek görülmemiştir.’ ( Zeki Büyüktanır’ın 30 Ocak 1993 günlü dilekçesine cevaben K. Bakanlığı Kültür ve Tabiat Eserlerini Koruma Genel Müdürlüğünün 19.02.1992 gün ve 0545 sayılı yazısı gereği Sivas Müze Müdürlüğü uzmanlarınca incelenmesi sonucu verilen rapora ilişkin. 19.03.1993 / 1118- Ankara)
Acımı içime attım. Kahroldum.(…)Goethe’nin evinde üç vardiya çalışan 35 kişilik bir kadro var. Ev kaloriferli, konforlu, korumalı, çaylı kahveli. Düşünüyorum, ozan olarak Goethe’nin Hasan Hüseyin’den üstün yanları nelerdir? Ya da Hasan Hüseyin’in yazar olarak eksik yanları nelerdir? Bu soruların yanıtını araştırmacılar, yazın tarihçileri verecektir, veriyorlar da. Ancak bir de gerçekler var. Sait Faik’in, Tevfik Fikret’in, Necati Cumalı’nın ve daha nicelerinin değerli ozan, yazar, kısaca yazın ustalarının evleri, anıları koruma altında. İnsan Kültür Bakanlığına sormaz mı H. Hüseyin’in bunların yanındaki yeri neresidir diye?” (Başaran, s:16-17)
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in evinin onarılması ve Gürünlülere armağan edilmesi sürecinde elbette başka adların da emeğini, çabasını unutmamak gerekir.
Gürün Kaymakamı Davut GÜL de anı eviyle ilgili “Korkmazgil’in 1927 yılında Kurultay Mahallesi, Bayırbağ Sokak’taki evde dünyaya geldiğini, şairin doğup büyüdüğü ev ile yanındaki arsanın kamulaştırıldığını, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul GÜNAY’ın özel gayretleri ve Müsteşar İsmet YILMAZ’ın destekleriyle evin restore edildiğini, Bakan E. Günay ve hemşerimiz İsmet Yılmaz’ın konuyu takip etmekte olduğunu ve bakanın özel ilgisiyle -40bin tl.- ödenek ayrıldığını, kerpiç evin onarılarak ahşap malzemelerle kültürel bir mekân haline dönüştürüldüğünü söylemiş ve yine Kaymakam Davut Gül buranın “ŞAİRLER EVİ” olarak düzenlendiğini duyurmuştur.” (2 Eylül 2009 / Türkçe Haberler Portalı) tarzında haberler medyada yer almaktadır.
Gürün, günümüzde Orta Anadolu’nun içine kapanık bir ilçesi olsa da Osmanlı’nın ve Cumhuriyetin ilk yıllarının debdebeli, ele avuca sığmaz parlak yıldızlarından biridir. Hemen her inanç ve kimlikten insanın iç içe dostluk ve barışla yaşadığı bu ilçe bir uygarlık, ticaret, kültür, eğitim ve varsıllaşma merkezidir de. Amerika’dan sıkça gidip gelen doktorlarla sağlık hizmetleri, Ermeni vatandaşların çıkardığı iki yerel gazete ile de iletişim ve kültür hizmetleri kotarılmaktadır. Kurtuluş Savaşı öncesi kasabada iki kolej vardır. Bu kolejlerde sadece gayrimüslimlerin değil kasabanın başarılı bütün çocukları yararlanabilmektedir. Örneğin Gürünlü Emekli Sorgu Yargıcı İsmail ERTEKİN Gürün’deki bir Ermeni kolejinde okumuş, Ermeniceyi akıcı bir şekilde konuşmayı ve yazmayı öğrenen Ertekin, Seferberlikte, Sarıkamış felaketinde Ruslara esir düşmüş ve sekiz yıllık tutsaklığı süresince Türkçe-Ermenice çevirmenlik yapmakla görevlendirilmiş bir bakıma canını bu eğitim sayesinde kurtararak barış imzalandığında takas edilerek tekrar vatanına kavuşmuş, 1975 yılında da aramızdan ayrılmıştır. Bu Ermeni kolejinde okurken heves ettiği için Fransız müzik öğretmeni aracılığıyla Fransa’dan bir akordeon getirtildiği ve çaldığı da bilinmektedir. (Bu bilgiler torunu emekli öğretmen İlhan KİRİŞOĞLU tarafından evinde yapılan bir sohbette öğrenilmiştir. 6.06.2002) (Başaran, s:27)
Gürün ayrıca dokuma sanayinde çevresinden ayrılacak denli ileridedir. Ozan Hasan Hüseyin Gürün’ün ticaret ve dokuma merkezi oluşunu “ Ağlasun Ayşafağı” adlı kitabında şöyle dillendirir.
“Manchester denilince depreşir yaralarım / dal dal sızar ince kanım / bin dallı şal üstüne / Manchester’den gelen iplik / yüklenip haracını İstanbul dukalığının / kervan kervan ulaşıp bizim illere / boyanıp göz nuruna ceylan gözlü kızların / şakırtısında tezgâhların / bin dallı şal olurmuş / kervanlar / Sivas üstünden Halep üstüne…”(Sf:373)
Gürün Cumhuriyetin ilk yıllarında da Halk Evleriyle, eğitimli okumuş insanlarıyla, genç Cumhuriyetin ışıltısı devrimlere desteğiyle de aydınlığın merkezi olmayı sürdürür. Yazık ki ilerleyen yıllarda siyasilerin karanlığı orayı da kuşatacak ve halk yoksulluk, bağnazlık, sahipsizlik, terk edilmişlik ve çaresizlik sarmalı içine hapsolmaktan kurtulamayacaktır.
İşte bu karanlığın içinde, bu karanlık dönemde Gürün’ün ve tüm Türkiye’nin çığlığıdır Hasan Hüseyin Korkmazgil şiirleri. Halkın otoriteye, dini bağnazlıklara teslimiyeti, üstüne ölü toprağı serpilmişçesine uyku hâli, itaatkâr sinik sünepe yoksul, akıldan sorgudan uzak yaşaması, dayatılanı kabullenişi, haklarının farkında olmayışı, cahil ve korkak oluşu H. Hüseyin şiirindeki başat itiraz konuları olarak hep gündemde tutulmaktadır.
Yüreğini yakan ateş süreklidir ve dünya değişirken değişmemekte direnen ve kaderine razı olmuş “cennetmekân”, “ bekleroğlu” halktır. Kadınlar, çocuklar ve umarsız erkekler onun yarasındaki kabuktur, fitildir ve damarlarında yürüyen kangrendir.
Çocuklar için “ …ak düşmüş bebelerin sakallarına / güz yürümüş dallarına tazeciklerin (…)” (Sf:23 / “kızılkuğu”)
“…çocuklar bir de güzel / çocuklar bir de yoksul / toz içinde gül dalı / inemedim özlerine (…)”(SF: 18 / “kızılkuğu”)seslenişi bugün bile özünü korumaktadır.
Kadınlar için “…çuvalların yanında kadınlar durur / önlüklerinin üstünde çetin elleri / altında vatan kulu / umut kulu dölleri / kadınlar durur! (…)” ( Sf:12 / “kızılkuğu”)
“… kadınlar türkü türkü / kadınlar ağıt ağıt / kadınlar ki nakış nakış / göz olmuş gözlemekten kadınlar ! / çığrışırlar yaramızda / bıçak bıçak / kurşun kurşun / fitil fitil / kadınlar!” (SF: 9 “kızılkuğu”) çığlığı yıllar devrilse de aynı önemdedir.
Emekçiler, köylüler, sömürülenler için “…ay gördüm ay gördüm ay’a benziyor / önüm kerpiç ardım talan / kerpicin yanı başında kavak / kavramış toprağı dimdik duruyor / gölgesinde can veriyor umarsız insan / kuruyor kökleri topraksızlıktan (…)”
“… bu suyu kimler vurmuş böyle zincire / bu sofra niçin yasak ter dökenlere?(…)”
“ … gözler gözler üstünde / avcı izler üstünde / sürünür yüzyıllardır / insan dizler üstünde / kimi işler arı gibi / bilmez tadını balın / kimi otlar koyun gibi / kapısında kanaranın (…)” (SF: 25-26 “kızılkuğu”) dizeleriyle emekçilerin köylülerin ve cümle sömürülenlerin durumunu haykırmakta, sarsarak uyanmalarını sağlamak istemektedir.
Bu dizeleri H. Hüseyin Korkmazgil’in başka kitaplarından, farklı şiirlerinden çoğaltmak olası. Onlarca yüzlerce benzer dize, insana insanlık onuruna yakışan bir hayatı arama, bulma, isteme hak ve özgürlüğünü bağırmak haykırmak için yazılmıştır.
Onun şiirinde başat izlekler “özgürlük, bağımsızlık, sömürü, din, itaat, halkların uyuşukluğu, iktidarların ezici baskısı, yoksulluk, emek, dayanışma, birlik, dirlik, direniş, isyan, açlık, toprak, başkaldırı, sınıfsal farklılıklar, adil paylaşım, eşitlik, aydınlık gelecek beklentisi, insan olma erdemi, doğa sevgisi, refah, huzur, aşk, sevgi, vicdan, adalet, kardeşlik, ırk dil din reddi, halkların kardeşliği… vb” gibi kavramlarla, olaylarla örülüdür.
Toplumcu Gerçekçi Şiirin temel ereği de bu haykırışı bu onurlu çağrıyı kuşaktan kuşağa taşımaya aracılık etmektir elbette. Kimlikli, kişilikli, soylu ve dayanıklı, insanın bel kemiğince dik tutucu, usu belleği ve bilinci açıcı onurlu bir şiirden söz etmek gerektiğinde tek ve doğru adresin ‘Toplumcu Gerçekçi Şiir’ olduğu gerçeği yadsınamaz.
H. Hüseyin Korkmazgil şiiri de bu anlamda yol açıcı, soluk verici, insan topluluklarını bağlayıcı, yönlendirici, dayanışma ve savunma dürtülerini harekete geçirici özellikleriyle öndedir. Düşündüren, dürtükleyen, itekleyen, rahatsız eden, içimize soru işaretleri yığan, soran sorgulatan, huzurumuzu limeleyen, uykularımızı bozan, zaman içinde belleklerden akıp gidecek olanın önüne bent olan şiirlerdir. Bu şiirler; insan olmanın gereği, emeği sevgiyi barışı ekmeği paylaşmaksa ve düşenin mazlumun elinden tutmaksa bunu en iyi belleten ve anlatan haykırışlarla örülüdür ve okur bilmektedir ki şiirin örgütlediği onur dolu direnişin ölümsüzlüğüne ancak böylesi şiirlerle ulaşılabilecektir.
1970 yılında ilk basımı yapılan “kızılkuğu” adlı kitabının üstünden bu yazının yazıldığı tarihte (2023) elli üç yıl geçmiş olmasına karşın bu topraklarda hiçbir şeyin değişmemiş olması ve iktidarların hâlâ aynı borazanı öttürüyor olmaları hem düşündürücü hem de yıkıcı bir zulümdür. Dün ve bugünkü düzen birbirinin ikizidir ve sömürü çarkının dişlileri arasında parçalanan hep aynı yoksul halktır.
“ (bir çuval sülük satardı da aç yatardı da eskiden / kaç yıl eskidendi – ben sormadım onlar söylemediler- şimdi banka şimdi holding şimdi mültimilyoner / bir çuval sülükten mi çıkartmıştı bu milyonları / şimdi soygun gemisinde baş kaptan / şimdi rüşvetlerde leşçil elleri / aşınıyor öpülmekten her gün elleri / ve başlıyor birden herkes bir çuval sülük satmaya / satıp satıp aç yatmaya her gün artarak / her nedense hiç kimse / bir tek milyonerlik bile bulup çıkartamıyor birçok çuval sülükten / ve de işte o zaman başlıyor iblis külahlı madrabazlar korosu / …tra lâl lâl lâl lâm / tra lâl lâl lâl lâm …/ ve işte bundan mundan ötürü / korkuyorlar adamdan tapıyorlar adama / büyücüdür falcıdır şeytandır da ondan bundan- diyerek / paralıdır bankerdir hükümettir- diyerek / yüklenip korkularını – kutsayıp korkularını- tapıp korkularına / ve onlar- o bezirgân lâmbası – nın altında.) (SF:68 “kızılkuğu”)
Yukarıdaki örnek şiir, bir bellek çığlığı yaratmak zorundadır. Zaten H. Hüseyin Korkmazgil şiirinin temel ereği de budur. Hayatların başat sesi olan insanda, insanı var eden temel değerlerden barış, emek, sevgi, özgürlük, hakça paylaşım, direnç, başkaldırı, yıkıma kafa tutuş, yoksulluğa direniş, iktidarların sömürüsüne dur deme azim ve iradesini ölümsüzleştirmek, bu amaçla kenetlenmeyi, bilinçlenmeyi sağlayabilmektir.
Kendisi de yoksulluğun içinden genç Cumhuriyetin ışığı sayesinde kurtulup okuyan ve aydınlık bilinciyle gerçekleri gören biri olarak vicdan ve adaletin ve insani değerlerin savunucusu olan, savunduklarını yaşayan, kirli politikaların ve uygulayıcılarının karşısında dimdik duran, savunduğu değerlerden asla ödün vermeyen, bu uğurda aşından işinden olan, sürgünlerde dolanan, bir paket sigaraya muhtaç günler yaşayan, sınırsız bedeller ödeyen ama asla satılmayan bir direnç simgesidir.
O nedenle Korkmazgil şiirleri, gerçek bir şairin hayat gerçeklerinden süzülüp gelen haykırışları, ışığı gösteren kaynaktaki çığlıklarıdır. Onun şiirlerine yüklediği görev ve sorumluluk da çığlıktır aslında.
Şiir sadece şiir değildir. Halkın ölüm uykusuna son verecek “kalk borusu” dur da.“biliyorum matarada su / torbada ekmek ve kemerde kurşun değil şiir / ama yine de/ matarasında su / torbasında ekmek / ve kemerinde kurşun kalmamışları ayakta tutabilir / biliyorum / şiirle şarkıyla olacak iş değil bu / dalda narı / tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusu / ama yine de dişler arasında / bıçak gibi parlar kavgada / şiirin doğrultusu / göz gözü görmez olmuş / tek bir ışık bile yok / yürek bir yaralı şahindir döner boşlukta / belki bir şiir / belki bir şiir kırıntısı / çalar kapımızı umutsuz karanlıkta / yoklar yüreğimizi / iğilir yaramıza / dağıtır korkumuzu ve karşı tepelerden / gürül gürül bir kalk borusu!” (Sf: 29 “oğlak”)
Hasan Hüseyin KORKMAZGİL, Türk şiirinde, bu haklı onuru sahiplenen, yaşadığı dönemde kuşağı şairlerden net, ödünsüz duruşuyla ayrılarak öne geçen, yazdığı şiirlerde söylemek istediklerini gevelemeden direkt söyleyerek iktidarla ters düşmeyi göze alan, çokça bedel ödeyen biridir. Yaşadığı dönemde iktidarın eteğine yüz sürerek ballı kaymaklı yaşayan onlarca şairin onursuzluğuna ve erk’in gücüne, yoksul işsiz parasız ama onurlu duruşuyla tüküren H. Hüseyin Korkmazgil yazdıklarını yaşayarak, hayallerin değil gerçeklerin peşine düşerek uyanmanın, bilincin fitilini her daim ateşleyerek adını ve şiirini ölümsüz kılmayı başarmıştır. Yazar, şair, aydın olmanın birincil sorumluluğu ve gereği de budur.
Çünkü “yazar, şair, aydın” tanımı içine konulacak insanların sorumluluğu günübirlik değildir. Bu kişiler geçmişi bugüne, bugünü geleceğe bağlayacak sorumluluk köprüsünü kurarken bu sorumluluğu ören bilincin hem kendi kuşağını, hem de gelecek kuşakları etkileyeceğini, sarmalayıp yüreklendireceğini, bilinçlendirip yönlendireceğini bilmek zorundadır.
Yani şair, yazar, aydın aynı zamanda bir tarih örücüsüdür de. Tarihi bire bir yazmasa da, sahip olduğu tarih bilincinin raflarına oturttuğu olayları, kişileri us süzgecinden geçirerek ‘dünyayı insana, insanı dünyaya’ anlatmayı yükler yazdıklarına. Bu noktada yaşamı sorgulama, toplumsal olaylardan sorular devşirme, okura yaşamı hakkında sorgular yükleme ve yanıtı için bilinç çalkalanmaları yaratma yazarın temel yazma ereği olmalıdır.
İşte H. Hüseyin Korkmazgil’in şiirinde, denemelerinde, köşe yazılarında, tiyatro ve radyo oyunlarında yani emeğinden süzdüğü ve yüreğiyle mühürlediği her satırda, dizede bu eylemlerin tanıklığı başattır.
Jean Paul SARTRE “ Yazarın asıl işi; göstermek, kanıtlamak, açıklamak, aldatmacaları ortaya çıkarmak, masalları putları küçük bir eleştiri banyosunda çözündürmektir.”diyorsa ek olarak denilebilir ki; ‘ yazar, şair yazdıklarıyla, haykırdıklarıyla sorgulatmalı, sormalı, sorular üretmeli, düşündürmeli, bakmayı değil görmeyi kışkırtmalı, hayalden çok gerçeğin peşine düşmeli ve unutmaya karşı belleği kışkırtarak unutturmama eyleminde başı çekmelidir.
İşte H. Hüseyin Korkmazgil şiirindeki başat söylem de bu eylemler ve kavramlardır ki Benjamin CONSTANT’ın cümlesiyle “Özgürlükten kişiliğin otoriteye üstün gelmesini anlıyorum.” tam da onun şiirindeki özgürlük algısının tanımıdır.
H. Hüseyin KORKMAZGİL şiiri bütün bu özelliklerinin yanı sıra kurgusal, yapısal, izleksel, anlatımsal, yazınsal ve söyleyişsel bazı özellikleriyle de diğer şairlerin şiirlerinden farklılıklar, kopuşlar, aykırılıklar gösterir. Şöyle ki; H. Hüseyin şiiri; gözlemlerini, izlenimlerini, duyumlarını, yaşadıklarını hem geçmiş edebiyatın, folklorun ve hem de o günün verilerini kullanarak, yararlanarak, geleneksel ve çağdaş ürünleri harmanlayarak yazar.
“Esinlendim, etkilendim, kattım, birleştirdim, şiirin bugüne kadar ki bütün araştırma ve denemelerinden, katkılarından öğelerinden yararlandım.” demesi bunun kanıtıdır.
Kendisi de yoksul bir halk çocuğu olmasına karşın halka ‘popülist’ gözle bakmaz. Burjuva gözüyle tepeden de bakmaz. Halkı olduğu gibi sevip kabullenmek yerine silkelemek uyandırmak, değiştirmek çabasındadır. Şiirindeki dili halkın seviyesine çekmek yerine halkın anlayış ve kavrayışını yükseltmek çabasıyla “Ben şiirin geniş halk yığınlarınca anlaşılır olması gerektiği görüşüne hiçbir zaman katılmadım. Böyle bir sanat yapıtı da düşünmedim.”der. Ereği halkın sanat anlayışını, direncini, ayağa kalkışını iç içe geçirmektir.
Şiirinde sıkça kullandığı “şapka” sözcüğü, halkın sorgusuz sualsiz başına geçirdiği gerici ideolojiyi simgeler. Üstüne ölü toprağı serpilmiş uykulu, uyuşuk halka, damarlarından kanın, ayakları altından toprağının çalındığını haykırarak illa ki uyanmalarını, silkinip ayağa kalkmalarını, başlarına geçirdikleri o şapkanın ne güneşten ne yağmurdan koruduğunu bilmelerini ve çıkartıp fırlatmalarını, atmalarını ister. Yazık ki, çığlığının, haykırışının yanıtsız kalışı dinin teslimiyetçiliği, yöneten baskısının kadimliğindendir.
Şiirlerinde halkın ağzıyla konuşur. Halkın dili, duygusu, yaşadıkları baskındır. O halkın kendisidir halk da o’dur. Halk kültüründen, folklordan, gelenek görenek ve alışkanlıklardan, koşma mani tekerlemelerden, atasözlerinden, masallardan, deyişlerden, destanlardan, türkülerden, tarihi kahramanlardan, Anadolu’nun ve dünyanın hak savaşçılarından, mitolojiden, geniş bir kültür dağarcığından yararlanarak yazar şiirlerini. Şiirlerinde destansı bir rüzgâr eser. Uyumlu bir sesi, taşkın duyarlığı, önü kesilemeyen bir soluğu vardır. Dizeler bir ırmağın suyu gibi akar. Dili işlek, söyleyişi kıvrak, anlattıkları çekicidir. Hem yetenek hem de bilincin baskın olduğu, yürek bağırmalarıdır şiirindeki. Yürek, kafa, bilinç, direnç, meydan okuma öylesine baskın ve iç içedir ki bazen bu taşkınlık, şiirlerdeki aşırı sözcük tekrarları, kırılmalar, dizeler arası ses oyunları ile kendisini gösterir ve şiirin anlatımındaki gücünü azaltır, şiiri uzatır yayar ve etkisini düşürür. Döneminde getirilen bu eleştiriye H. Hüseyin’in yanıtı “Ben saksıda buğday yetiştirenlerden değilim. Ben tarlalar dolusu şiir ekip biçiyorum!” olur.
Şiirlerindeki duygu patlamaları; aşk, yalnızlık, özlem, itiraz, karşı duruş, derin üzüntü, yoksulluğun yıkım hâli, baskınlığını sürdürür. Bu duygular onu çökert(e)mez aksine direngenliğini, meydan okuyuşlarını, kafa tutuşlarını ve özgüvenini zirveye taşır.
“(…) / hey benim tanrılara sığmayan büyüklüğüm / (…)”* diye bağıran taşkın bir güven ve dirençle, yaşadığı toprağın sızılarına, erk’in zulmüne, halka dayatılanların sorgusuna yani yaşayanlarla yaşatılanların iç içeliğine meydan okurcasına “…yiğitseniz açıp sorun demir kapılarını şiirlerimin…” özgüveniyle şiirini tanık gösteren kaç şair sayabilir belleğimiz, edebiyat bilgimiz? Bu sorunun yanıtına oturtulacak şair sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek denli azdır.
Kendi şiirine giden yolu ve bu yolun aşılmasındaki kıymeti anlatırken, yaşam önündeki direncini diline hâkimliğinin yanıtı olarak da belletir. Türkçenin bütün sözcükleri onundur. Halkın ağzından toprağa düşen her sözcük cemre misali ona bahar taşımaktadır ve dile hâkimiyeti sınır tanımamaktadır.
“ … önce ayazcayı karcayı yağmurcayı öğrendim / sonra kerpiççeyi çiçekçeyi kuşçayı sonra Türkçeyi / ardından itçe geldi / ana-avratça sonra / sabırcadan susçadan pek hoşlanmadım / haykırcaya gelince duvarlar bilir önce bir de geceler / şimdi sorarsanız nece konuşuyorum / eğilin yıldızlı sularına şiirlerimin / bulursunuz onu orda (…)” (Sf:184 “kızılkuğu”) dizeleriyle şiir dilinin yön gösteren bir pusula olduğunu imler.
H. Hüseyin şiiri düz bir çizgi üstünde düzenle, uyak ve ritim tutturarak akan bir şiir değildir. Engebeli bir arazide yayılırcasına genişleyen, önüne gelen her yükseltiden sıçrayarak aşan, debisi her an değişen bir nehir gibi düşünülmelidir. Çağıltısı, berraklığı, taşıdıkları, sürükledikleri, kıyılarına yatağına yani geçtiği toprağa olan katkısı ve etkisi ile koca bir ırmak. Yer yer yükseklerden uçarak çağıl çağıl şelaleler oluşturan, düzlükte yayılıp sükûna eren, içinde taşıdıklarıyla doğaya, çevresindeki canlılara hayat bağışlayan bir ırmak, bir nehir, kimi zaman sürükleyen bent bilmeyen azgın bir sel…
Sevgili Ustam, kulağımız hep o kalk borusunun sesinde, sesin hep sesimizin önünde ve adın şiirinle birlikte hep bizimle; ödlekliğe, dönekliğe, kaypaklığa, kire, satılmışlığa, çapula, yağmaya, acze, dize düşmelere meydan okuyan her yerde!
O toprak damlı, kerpiçten örme evinde, bir avuç pencereli odanda hâlâ direncinle varsın. Ağır yokluklar içinde çırpınan yüreğinle fır döndüğün o dar odanın duvarları dile gelse de söylese pervaza konan güvercine “dertlerimi bölüşmeye mi geldin” diyen hıncını. Değişen hiçbir şey yok bilesin! Hırsızlar soysuzlar madrabazlar tefeciler mafya iktidarda ve halkın ekmeğe muhtaç, sefil ve dinbazların peşinde.
Ah benim güzel ustam gene de Nâzım Ustam demişti ya “umut umut umut insanda”. Yüreğimde beynimde deli isyanlar. Şiire inancımı kaybetmekten yüreğime kaçıyorum ve sığınıyorum döktüklerinizin aydınlığına. Rahat uyu! Sen, sana düşenin fazlasını yaptın, ödemediğin bedel kalmadı. Yuvan sevenlerine emanet ve duvarlarında çığlık çığlık sesin!
15 Ekim 2023 / İzmir
Bilsen Başaran