Hem Yangın Hem Yağmur: Köz Fırtınası*
“hayat ki bir nar tanesi kadar esrar”
Hatice Eğilmez Kaya
Bilsen Başaran öğretmen kökenli bir şair, aynı zamanda yazar. Yarım yüzyılı geçen bir dönemdir yazıyor, yazmak kimileri için varoluş biçimidir. Başaran söz ülkesinde yaşamayı; derdini, sevincini dil aracılığıyla iletmeyi yeğlemiş bir sanatçı. Söz ülkesinde yaşar, Sözün Gümüş Kapısı’ndan anlamın derinliklerine geçmiştir. Ömrünün milyarlarca yıllık yarısını tamamlayan dünyamıza geniş kalabalıkların gözüyle bakmaz. Sanatçı duyarlığı bilincini uyanık tutar. İnsan ki şu uçsuz bucaksız evrende bir kelebeğin kısacık hayatı kadar yaşar, doğum ve ölüm arasındaki o uzun maratonda bazen soluk soluğa, bazen dinlene dinlene yürür.
Okuduklarının, yaşadıklarının, çevresinde gördüklerinin etkisinden kurtulamayan yazar, yaşama katılmakta zorlanır. Hayatı ve insanı sorgulamak herkesin harcı değildir. Ucuz duygularla, kolayca elde edilen düşüncelerle yaşamak varken yorgunluğu, yarayı, evrensel kederleri göze almak sancılı bir hamlıktan olgunluğa geçiş öyküsüdür. Kozadaki ipekböceği ya da istiridyenin içinde yapayalnız yıllar geçiren inci tanesi gibi. Sahte gülüşler, adamsendecilikler, renkli maskelerin arkasında saklanan çirkin yüzler gerçekte olmayan sanal bir dünyayı oluşturur. Böylesine sanal bir dünya ile avunmaz / avunamaz Bilsen Başaran. Algılarını içinde bulunduğu toplumun ve insanlığın ortak sorunlarına kapatmamış. Birey, toplum ve insanlık onun yazınsal potasında erimiş, bağdaşıklık sağlamış durumda.
Öteki olmak… Ateşten gömlek… Yorucu, yıpratıcı, diğer taraftan olgunlaştırma gücüne sahip bir insanlık hali. Rutin onları, onlar rutin olanı yadsırlar. Genel kabuller aykırının / ötekinin yanına bile yaklaşamaz. Her aynanın mutlaka öteki yüzü vardır. Susmaz, saklamaz, söylenecek olanı ertelemez. Aynanın öteki yüzü olmak hem sorumluluk hem de haktır. Kaçınılmaz ve vazgeçilmez. Sanatçılar duruşlarıyla, gördükleri ya da yaşadıkları hak ihlallerine karşı tavırlarıyla kimlik sahibi olurlar. Bilsen Başaran’ın düzyazılarında, gerek öykü gerekse denemelerinde, inceleme ve araştırma yazılarında, özellikle şiirlerinde kendine özgü duruşu, tavrı ve tarzı vardır. Ciddi fakat güler yüzlü…
Sözün kanatları olduğuna, bilimin saptayabildiği hızdan daha çılgın bir hızla yol alabildiğine, soluk aldığına yani canı eti kemiği tini olduğuna inanır. Ezilenlerin, sömürülenlerin, yok sayılanların ah’ını görmezden gelmez. Dilin kudretine saygı duyup, karşısında selama durur. Sözcüklerimiz tinimizin sınırlarını belirler kuşkusuz. Hacı Bektaş-ı Veli’nin nefesinden “Aynalar türlü türlüdür; yüzünü görmek isteyen cam’a, özünü görmek isteyen cam’a bakar.” yayılan yönlendirmeyle can’a bakmayı yeğler. Unutmamalıyız ki her can aynı zamanda reel evrenin ve ötesinin sırı hükmündedir. Can’a bakan mutlak hakikati de görür.
Şiir, şiir, şiir… Edebiyatın asi ve bereketli çocuğu. Maddenin çekirdeği gibi diğer bütün yazınsal türler şiirin çevresinde döner durur. Bilsen Başaran da “şiir, şiir, şiir” diyenlerden. Aşk, kadın, şiir onun yazın dünyasının sacayakları. Aşkı bireyselden çok toplumcudur. Kadınlığı varlık döngüsünün ta kendisidir; durmaksızın doğurur, üretir ve kuşatır. Şiiri ise kendi iç hazinelerinin “açıl susam açıl” diyen esrarlı tümcesidir. Bütün bir varlığın, insanlık tarihinin, kadim bilgeliğin, kadınca duyarlıkların, insan olabilmek / insan kalabilmek ereğinin, haksızlıklara karşı duruşun, çoğu kez yok sayılmaya çalışılan inceliklerin bileşimidir onda şiir. Yalın dil ile bezenen… ve “şiir şairinin parmak izidir” (KÖZ, s. 73)
İçlerimiz hep köz, yanmış yanmış da sönmüşüz her birimiz. Kimileri bireysel kederlerden köze dönerlerken, duyarlık sahibi sanatçılar toplumsal ve evrensel kederlerle yanarlar. Köz, ateşin külden önceki halidir. İçten içe yanmaya devam etmektedir. Yeni ateşleri yakmakta yeterlik sahibi, yeniden yanmaya adaydır. Bilsen Başaran sona ermeyen bir Köz Fırtınası’ndan söz eder. Bu öyle bir fırtınadır ki ardı arkası kesilmez. Batı uygarlığı 19. ve 20. yüzyıla yayılan yenileşme, kendi küllerinden sayısız kereler doğma eylemiyle kimliğini oturtmuşken Doğu uygarlığı en eski hatalarını yineleme, yerinde sayma konusunda son derece inatçı. Batı’nın acıları ateşten köze, közden küle çoktan evrildi. Biz ise hala köz halindeyiz.
Köz Fırtınası Bilsen Başaran’ın şimdilik son şiir kitabı. Lirik, aynı zamanda cesur bir anlatım tarzına sahip. 21. yüzyılın ilk çeyreği henüz bitmese de onlarca acıyı yüreklerimize gömdük. Parçalanmıyor, yürek toprağımıza karışmıyor, aksine her fırtınada filizleniyor acılarımız. Ortak yaralanışlara dönüşüyor. Eğer bir fırtına ise bu, şiddetli yağmurlarla, alazlı sağanaklarla tahrip etmeye devam ediyor. Sanat eserleri közün üstüne serpilerek küle dönüşme sürecine katkıda bulunuyor. Cumartesi anneleri, Soma faciası, Suruç patlaması, Ankara Garı faciası, Uludere katliamı, Bornova ve Esenyurt olayları, Berfo Ana, Gezi Direnişi, Berkin Elvan ve Ali İsmail Korkmaz cinayetleri, sahile vuran Suriyeli Aylan Bebek… ve nice içi ateş dışı ateş olay!
Kadın; bu coğrafyada bir tutam acı, yok sayılmışlık, uçurumun dibine iliştirilip orada yaşamaya zorlanmak ve niceleridir… İtaat etmeleri, yaşadıkları kötü olayları unutmaları istenir kadınlardan ve genç kızlardan. Adı yoktur birçoğunun. Yalnızca ayakları ya da elleri değil, ağızları da bağlıdır neredeyse her birinin. Pimi çekilmiş bir bomba gibidir kadınlık yitik topraklarda: “omzu yıldızlı bir uçuruma iliştirdiler beni / yanık ve gaz kokulu ve bit yüklü bir tutam saçla / diriye ayırdılar / adımı sordular / adım yoktu / olan oldu. itaat ve unutma yağmuru / çatlak ağzımıza, yemin ve resmiyetin pimini bağladılar.” ( KÖZ, s. 11)
İnsan insanı yakar mı, yakar. Yeter ki dişleri kanlı bir canavara dönüşmesin kirli kalplerin oluşturduğu buyurgan kalabalıklar. İnsanlar yanık kokusu bile almaz olurlar vicdanlarını kendi elleriyle boğduklarında. Ekmek bulamayan pasta yesin, diyebilecek kadar kör / aslında ateş olabilir bencil yanımız. Fakat öldürülmekle baş edilmez, sayılmakla tükenmez; kamıştan direnmeyi, nilüferden parlamayı öğrenen özgürlük savaşçıları: “yanık kokusu alıyor musunuz ey insanlar / ekmek ve pastanın ve et’in tarihinden / hayat bilir ki göller de söner ve boğulur taşlar suyun azminden / su kamıştan direnmeyi öğrenir, parlamayı nilüferden.” (KÖZ, s. 14)
Cumartesi anneleri onlar; yokların, varken yok edilmişlerin, gençlikleri ellerinden alınmışların anneleri… Bir zaman sonra onlar, toprağa bile veremedikleri evlatlarının mezar taşlarına dönüşürler. Gözlerini yumduklarında karşılarına uyku değil tarif bile edemedikleri kederleri çıkar. Her cumartesi acı nöbeti tutarlar. Ve erkekler musalla oluverirler, göğüslerine konan / konamayan genç ölülerle birliğe geçip gökyüzüne bakarlar. Aysız ve yıldızsız gök kubbe onlar için zifiri bir kuyu olur. Dilleri jiletle lehimlenmiştir, kanaya kanaya ve çekip gitmeye bile güçleri yetmeden: Yokların analarına: “mezar taşı analar gördüm Cumartesilerin ağzında / kayalar gözlerini uykuya yumduğunda / kaskatı acıya nöbetteydiler.” “musalla erkekler gördüm / göğüslerinde genç tabutlarla göğe bakıyorlardı / aysız ve yıldızsızdı gök kubbe / gök kubbe zifiri bir kuyu / sanki jilet lehimiydi dillerinin üstünde.” (KÖZ, s.16)
Aylan Bebek bir melekti ve bizim bebeğimizdi. Dünyaya gelen her bebeğin bizim bebeğimiz olduğu gibi. Aylan Bebek toprağa girdiğinde toprak bile onu çürütmeye utanır. İnsanlık öylesine umursamazdır ki yüzlerinde demirden bir maske vardır, vicdanları da kirliden de kirli. Serçedir büyüyemeden ölen o bebek, badem dalıdır, sığırcıktır, sessiz ölümdür. Olanca duyarlılığıyla çektiği keder şairi ölüye dönüştürür, artık şair baştan ayağa bir ateşe dönüşmüştür, önce köz, sonra kül olmaya yetenekli: “mertek utanır seni örtmekten / toprak utanır seni çürütmekten / yüzümüz demirden, vicdanımız keneften / ah badem dalım/ sığırcığım, serçem, sessiz ölümüm / soluğum senden de ölü bu sonsuz kederden.” (KÖZ, s.23)
İzmir ki ülkemizin gülümseyen çehresidir. Kadifekale’de sürgün kızlar memelerine ayıplanmış bir kederi işlerlerken bir Akdeniz hüznü atlayıverir surlardan. Çenesi nakışlı, bakışları ürkek kızlar artık iyi olmak istemektedir. Elleri kirli tarih yine de yakalarını bırakmaz onların: “şakağındaki dövme ak belik altında titreşiyor / büzülüyor / nakışlı çenesinde kavminin közü / Kadifekale’de sürgün kızlar memelerine ayıp keder işlerken / surlardan atlıyor İzmir’in hüznü.” (KÖZ, s. 36)
Varsılı çok, yoksulu binlerce kez daha çok bir ülkede yaşamak toplumsal duyarlık sahibi şairler için durmadan kanayan bir yara. Yoksullar varsıllar karşısında bakar kör olsalar da şairler ilgisiz kalamazlar bu insanlık haline. Yoksulları uykuya çağıran bir molla sesidir inançları çoğu kez. Evler dilsiz, sokaklar tuhaf bir sihirle efsunlanmış, us ve dil uyuşmuş, kutlu sözler kaygan ve kaypaktır din alıp satanların tezgahlarında. İnanmak Başaran’a “ah” dedirtir yoksulun tahta süngüsü olduğundan dolayı. Ellerde kırılıveren: “bilirim yoksulluk, beynin varsıla bakar körlüğüdür / molla sesi ferman bu kavme, efsunlu sokaklara sur / dilsiz evlere mertek, bu kutlu sözler kaygan ve kaypak / inananlar cengâver bir karanlıkta savaşçı / ah inanmak yoksulun tahta süngüsü / us dilini uyuşturan habis sesin kağıt döngüsü.” (KÖZ, s. 44)
1972 Mayısı… Beşinci günü altıncı güne bağlayan gece. Hıdırellez, binlerce gül dalına dilekler asılmış. Ulucanlar Cezaevinde sabaha karşı üç gül darağacında soluyor. Deniz, Hüseyin ve Yusuf… O tanyerinde bahar kuşları, çatının pervasında kanat kanata verip avludaki darağaçlarına bakıyorlar, hiç kıpırdamadan. Bütün geniş zamanların kirlendiği an… Üç çatkıya tutunan bir halat, elemle sarkıyor boşluğa, umursamaz insanların kalplerindeki derin ve anlamsız boşluğa. İncecik yüreklerde ise sorgusuz bir sızı, ölümcül adaletsizliğe isyanda: “Ulucanlar’da kuşlar/ çatının pervazında kanat kanata vermiş / öylece avludaki darağacına bakıyorlar./ üç çatkıda bir halat / halattan bir halka / boşluğa sarkan elem, sorgusuz sızı / öylece asılı kalmış kirli zamanlardan / kuşlar, öylece başları bedenlerine gömülü / tek bir göz olmuş / darağacına bakıyorlar kıpırdamadan.” ( KÖZ, s. 49)
Şair kendi yaralarında kanamaz, milyonlarca insanın, bir o kadar can’ın yarasıyla kanar. Kendine bir aynada bakar gibidir Bilsen Başaran. Aynanın içindeki Bilsen’e seslenir, belki de aynadır konuşan onunla. “Artık kanama, acılanma, kabuk bağla, taşlaş ve çürü” der. Öyle büyük bir hüzne sahiptir ki kayaları patlatır hüznü, içini dışını zehre bular. Oysa kötü insanlar vazgeçmezler yaptıkları kötülüklerden. Bir usta şair kara saçlarını kesmiştir, o ise saçlarını kesmez, bir telini bile ayakucuna düşürmez. Keşke kötüler dökülseler insanlığın binlerce yıldır prangalı ayaklarına. Acısı ne kadar da harbidir şairin; bıçak kesiği, kurşun yarası gibi: “ah ki kabuk bağla Bilsen, ah ki taşlaş ve çürü / kayalar patladı hüz(ü)nden/ sen zehre kestin/ durulmadı cesetleri dişlerinde sürüyen. // sen kes kara saçlarını ben kesmem / tek telini bile düşürtmem ayak ucuma.” (KÖZ, s. 56)
Evlat annelerin ömür boyu kucaklarında taşıdıkları kundakta kımıldar durur. Evlatların bir kokusu vardır; bir de onlara ilişkin korkuların, endişelerin kokusu vardır. Ki birbirlerinden apayrı. Çığırtkan bir oyundur onların yitirilişi ve rakamlar asla tarif edemezler bir annenin yüreğinde yanan korlu ateşi, köze ve küle asla dönüşemeyen: “bütün evlâtların bir kokusu vardır / ayrı bir kokusu vardır elbet korkunun/ araları ayrılmamış rakamlar bilir / kolay kolay dökmez işlemler sayılarını içine / çığırtkanlığı dile gelmez bir oyunun” (KÖZ, s. 67)
Söz kalemden damlayan kandır kimi kez. Bazen savaşları bitiren, bazen de cesurca söylenip sahibinin başını kestiren. Yine de söylenmeli haktan ve eşitlikten yana ne kadar söz varsa. Dil usta kalemlerin ellerinde söze dantel ördürten ibrişimden bir iplik gibidir: “sözce söze dantel ören usta ellerinde ibrişim dil/ zamanın ağzında yazıtlara muhkem sesiyle dokunan / kaç koldan kente giren ordular sultanı söz / o söz ki kese savaşı ve kesen başı” ( KÖZ, s. 75)
Aşk yüreğin hem kordan hem de taştan yanıdır. Öyle büyük bir sarsıntıya neden olur ki hayat dağılır gider. Sevgiliye kavuşamamak, kıt kanaat görmek onu, iz bırakmayan hızlıca gitmeler, kalınsa bile puslu geçen zaman aralıkları, kapalı ve imgelerle yoğrulmuş bir sevda şiiri gibidir. Başkaları öyle bir işgal eder ki hayatlarımızı, bize bile yer kalmaz, ne sevene ne de sevilene… Söylenen hiçbir söz sağaltmaz sevgilisiz geçen zamanların acısını. Kaç mezara taş olur ayrı gezen yürekler kim bilir: “hâlâ o vidayı sıkıştırsam dağılmaz diyorum hayat / kıt kanaat gelmeler, puslu kalmalar, izsiz gitmelerle/ bizsiz bir hayat aldı, betona kardı ikimizi / artık peteğe polen dökse de sağaltamaz dilin / kaç mezara taş olan yüreğimizi.” (KÖZ, s. 91)
Ses nefestir aslında; tını değil, titreşimlerin boşlukta dağılıverişi hiç değil. Özlenen, belki de saklanan birinin sesi; damarları parçalayacak kadar güçlü, damarlarda parçalanacak kadar kırılgandır. Aşk sevmekten öte sınır tanımaz bir duygudur, ayrılıktan da ötedir. Kedere evrilmeye eğilimlidir en çok: “bu sevmek değilmiş, ayrılık hiç değil, ondan öte / bir çıvgının sürgününe sığınmak umudu çağırarak / saklanmak damarına parça parça parçalanmış sesin / kalbimi çöl yüzlü sevmelerden kedere ağdırarak” (KÖZ, s. 99)
Şair halkın bir parçasıdır. Parçanın bütünden haber vermesi gibi içinden çıkageldiği halktan haber verir. Sorular sorar, öylece durmaz olduğu yerde. Kendisinden de başkalarından da sorgulamalarını ister etraflarında olup biten her şeyi. Uykusuzluk, kanlı uykulara yeğdir çünkü. Karanlıklar kandilsiz ve yağsız kaldıkça büyür, öyle büyür ki soru sormaya hal kalmaz bilinçlerde. Bir soru kapatacaktır, her türlü ölümcül duyarsızlığı, yerine bilmek davasının kapıları aralanacaktır: “halksan sor, / bir çark ne söyler geminin kaderine dalgalı denizlerde / sor bir fitile / kandil ve yağ anlatır karanlığa / şavkımanın rahminde. / halk ol, / uykudan sıyrılan uykusuzluğa koş / sor kalınlığını kan’ın / bir davanın kalın ve kanlı kapağını aralasın bu soruş.” (KÖZ, s. 116)
Köz Fırtınası; gürültülü, can acıtıcı ve dehşetli olsa da insanı insan kılar. Kanayan yarasından ilacını bulan bilgece… Küllerinden yine ve yine doğan Simurg’a eş…
*Bilsen Başaran, Köz Fırtınası, Ozan Yayıncılık, İstanbul, Mart 2017.