Şairler şahittir, yaratılışa ve yaşamın canlanışına… Ve onlar çok iyi bilirler insan yüreğini ki o, sadece umutla yaşar… Umutsuzluk zulümdür, ölümdür onun için.
“ve kasım yağmurları kırınca belini son umutların, gölgesi düşünce düşlerine yarınsızlığın”, “dolaştım umut umut” diyen şair Hasan Hüseyin Korkmazgil (1927 – 1984), “Ağlasun Ayşafağı”nda ne kadar da güzel anlatıyordu umut dolu bir insanın yüreğini.
“bir yer ki hep umutla kalkılır sofralardan
bir yer ki hep umutla girilir gecelere
bir yer ki hep umutla düşülür gurbetlere
yalnız umut yalnız umut hep umut
yok, umuttan gayri bir şey bir yer ki …” (s. 368)
Hayatı boyunca bir umut simyacısı gibi “acılara tutunarak ve onları bal eyleyerek” yaşamayı seçen Hasan Hüseyin Korkmazgil, Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi şiirin en önemli şairlerinden birisidir. Toplumcu gerçekçi şiir, adı üzerinde toplum üzerine düşünen ve yazan şairlerin dâhil olduğu bir akımdır. Bu akımın temsilcileri, genellikle şiirlerini yazarken ideolojik bir tutum sergiler ve politik bir içerik oluştururlar.
Toplumun tüm problemlerine rağmen şiirlerinde genelde yüksek bir umut ve ileride gelecek olan bir aydınlık ve güzel günler hayali vardır. Onlara göre işçiler, emekçiler, köylüler ve halkın geri kalan kısmı, el ele mücadele ederek mevcut problemlerin üstesinden geleceklerdir. O da bu ideal kapsamında çağının çarpıklıklarına, kendi çapında çareler arayan bir ozan, çağını eleştirerek çarmıha gerilen bir şairdi.
Eleştirel düşüncenin kaynağı, umutlu düşüncedir. “Umutlu düşünme diğer düşünme türlerinin temelidir. Kişinin önce umutlu olması gerekir ki, düşünme ortaya çıksın. Umut olmadan ne eleştirel düşünme, ne yaratıcı düşünme, ne özenli düşünme gerçekleşebilir.”
Gazi Eğitim Enstitüsünün Edebiyat Bölümünü bitirdikten sonra yirmi üç yaşında Afşin Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atanır. Ancak dönemin çetrefilli olayları sebebiyle henüz altı ayını bile doldurmadan önce sürgün edilir, arkasından da tutuklanır. O hüzün dolu yılları kendisi şöyle anlatır:
“Maraş’ın Afşin ilçesi ortaokulunda 1950’nin sonuna kadar öğretmenlik yaptım. Halk sevdi beni. Ozanlar, dizinler söylediler benim için. Tutuklamalar başlayınca Göksun ilçesine sürdüler beni. Kasaba ayaklandı. Karları yara yara at sırtında, Göksun’a gittim. Üç hafta sonra bir gece yarısı basıldı evim. Tutuklandım. Hapishaneye konuldum. 141-142. maddelerden yargılandım. ‘’Mahkûm’’ edildim. Vatandaşlık hakkımı aldılar elimden. Dizinlerim, oyunlarım, notlarım, kitaplarım gitti!.. Meclis kararıyla Nevşehir Hapishanesine götürüldüm. Bir Ermeni kilisesiydi bu. Taştı. Soğuktu. Dağ başındaydı. Gece gündüz Maraş dağlarında kelepçeli yürütülmeler, gazyağlı paçavrayla yakma girişimleri, kaçıyor diye vurdutma oyunları…
Kimsesizdim. Avukatım bile yoktu. Anamı bile göstermediler bana. Bir gecede ağardı saçlarım. Her türlü namussuzluğu gördük. Bir başka yıldıza atılmış gibi yalnızdım. Yıllarca işsizlik ve vatansızlık yaşadım. Karayollarına ‘’amele’’ yazıldım, üç gün sonra kovdular. Yirmi yedi ay er olarak çanta sırtta, askerlik yaptım. Hapishaneden çıkarıp kışlaya gönderdiler. ‘’Okuması, yazması, görüşmesi, konuşması yasaktır’’ dediler. Neyini anlatayım?”
Bıçak kemikte olsa bile o, derin bir anlam peşindeydi ve sürekli sorguluyordu; hayatı ve hayattakileri: “insan niçin öldüğünü bilmedikçe ölümden medet ummak boş” diyor ve bizi Marcel’in mutlak umuduna yönlendiriyordu. Çünkü anlam varsa umut vardır.
Marcel, ‘umud’u diyalektik gereği aynen Kierkegaard gibi ‘umutsuzluk’ ile ilişkilendirerek anlama eğilimindeydi. O, içinde yaşadığımız dünyanın mutlak anlamda umutsuzluğa imkân sağladığını, ancak buna rağmen yalnızca böyle bir dünyanın karşı konulmaz bir umuda sebebiyet verebileceğini düşünüyordu. Umutsuzluğa teşvik edici unsurların olmadığı yerde umut da varolamaz. Zira umut, bu umutsuzluk çağrısına karşı aktif bir mücadele ve zafer kazanma çabasıdır.
Yüksek bir umut zekâsıyla acılara tutunmak ve onları bal eyleyerek yaşamak onun en güçlü ve en özgür yanıydı. O, her şeye rağmen kısa çöpün uzun çöpten hakkını bir gün mutlaka alacağına ve güzel günlerin yaşanacağına inanıyordu.
“Acı çektim günlerce
Acı çektim susarak
Şu kısacık konuklukta
Deprem kargaşasında
Yaşadım birkaç bin yıl
Acılara tutunarak
Acı çekmek özgürlükse
Özgürüz ikimiz de”
Doğal olarak yaralı ve acılı bir hayatın umudu da tıpkı onun çok sevdiği ve umut devşirdiği Mehmet Akif‘in şiirleri gibi biraz acılı ve sancılı oluyordu. Onun dillere destan, gönüllere ferman gibi bestelenmiş şiirleri dostça soruyor, düşündürüyor ve bütün acılarına rağmen vurgun yemiş, mahzun yürekleri umutlandırıyordu.
“dostum dostum güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe”
Ve sonra yüksek bir umut zekâsıyla bir simyacının bakırı altına dönüştürdüğü gibi acıyı nasıl bal eylediğini anlatıyor ve bizleri yeniden hayata bağlıyordu. Azim, gayret, kararlılık ve insan sevgisi. Umut zekâsının her şart altında, her zaman ve her yerde mutlaka arayıp bulduğu yaşam elementleri onun h/aykırı şiirlerinde güçlü bir umuda dönüşüyordu.
“bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana
sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne
kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu?
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
Korkmazgil’e göre, umut zekâsı insanların hayatta kalması ve mücadele edebilmesi için en önemli özelliklerden biridir. O, hayatın zorluklarına karşı savaşmak için insanların güçlü bir umuda sahip olmaları gerektiğini söylüyordu. Ona göre, insanlar umutlarını kaybettikleri zaman, hayatın anlamını da kaybederler. Ancak onun farklı, gerçekçi ve dürüst bir umut anlayışı vardı. “yalansız acı, yalansız umut, yalansız ağıt ve yalansız yoksulluk” gibi. Ona göre, şu dünyadan gelmiş geçmiş milyarlarca insandan birçoğu kurtulmak umuduyla çırpınıp ancak kurtulmamak için savaşmıştır. O diyor ki:
“sen, korkak sabır!
sen, renksiz umut!
sen, yönsüz öfke!
defolun
acımak, sende!
alışmak, sende!
sen de, yatalak acı
defolun” (s.15)
Korkmazgil, umut zekâsının sadece zor zamanlarda değil, hayatın her alanında önemli olduğunu düşünüyordu. İnsanlar, başarılı olmak ve hayatlarını en iyi şekilde yaşamak için de umutlu olmalıydılar.
Evrensel bir umuda ve güçlü bir umut diline sahip olan Şair, “Dilimiz, toplumumuz ve insanımız gibi, şiirimiz de sürekli bir arayış ve gelişim içindedir. Bunun hakkını vermek zorundayız.” (s. 8) derken kendi arayış ve kavrayış sürecini de şöyle anlatıyordu:
“ellerim lagaş’tan
hatuşaş’tan geliyor
sesim benim
gılgamış’tan
homeros’tan
dedekorkut’ tan
ateşte ölmeyenim ben
suda boğulmayanım
ellerimde döndü dünyanın ilk tekerleği”
‘’Tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki, insanın en ince düşünceleri ve buluşları bu aklın yanında sönük bir gölge gibi kalır.’’ der Albert Einstein. Tarihin ve doğanın umut zekâsını aklı ve kalbiyle erken dönemlerde mezcederek yeni nesillere yeni umut şiirleri yazan şair, Nehirler Aka Aka şiirinde okuyucularına muhteşem bir umut zekâsı armağan eder:
“Derim ki sana: Nehirler boyu git ve gör nehirlerin nasıl yol aldıklarını! Sen de bir nehirsin ey yolcu! Senin de varmak istediğin bir yer var. Gerçekten varmak istiyorsan oraya, nehirlere iyi bak! Engeller nasıl aşılır, öğren nehirlerden! Yarı yolda yok olup gitmek değildir amaç, nehirler gibi akıp, nehirler gibi ulaşmaktır oraya! Varmaktır oraya, ey yolcu!
Derim ki sana: İyi oku yolunu, avucunun içi gibi bil! Dizlerini, ciğerlerini,
yüreğini sıkı tut, iyi dengele!
…
gitmek
nehirlerle yan yana
gitmek
nehirler gibi zor
nehirler gibi çetin
nehirler gibi umutlu
gitmek
nehirlerden de öteye
oraya
taaa oraya
o büyük kurtuluşa
yüreğim
yaralı kuşum
topla ve aç kanatlarını”
O, ülkemizde ellili, altmışlı ve yetmişli yılların aynasındaki hüzünlü bir yüzdü. Bütün kesimler tarafından yeterince anlaşılamasa da zamanla daha fazla bir seven ve anlayan bir kitleye ulaşmıştır. Bu süreçte kendisinin de başta sevgi kaynağı Yunus Emre ve umut kaynağı Mehmet Akif gibi hasbi ve harbî gönül insanlarına yakınlık hissetmesinin büyük etkisi olduğu kanaatindeyim. M. Akif, her ne kadar şekil ve üslup yönünden kendisinde çok farklıysa da öz itibariyle şairin duygu ve düşüncelerine öncülük ederek etkili bir umut zekâsı kaynağı olmuştur. Yoksa şu yürek sızlatan dizeleri başka türlü nasıl yorumlayabiliriz ki:
“âkif’i seviyorum
mor fesinin altında umarsız ve hüzünlü gözleriyle
seven ve sızlayan yüreğiyle mehmet âkif
bir deprem yaralısının çırpınışıdır
benim şuramda
ben de o çetin günleri öyle yaşasam
bilmesem kapitalizmi emperyalizmi
kimlerin niçin neden dövdüğünü çanakkale’yi
bilmesem anlamasam
ve kuduzun kırk günde kudurduğunu
evrimini bilmesem kuduz musibetinin
o sancılı o seven ve o kabarık yürek
ve o bozbulanık kafayla ben de
yazsam yazsam
“çanakkale şehitlerine”yi yazardım ancak
“kimi hindû kimi yamyam kimi bilmem ne belâ,”
heygidi şaşkın karanlığı osmanlı görkeminin
heygidi mehmet âkif!
âkif’i seviyorum
ve hakkını vererek okuyorum bütün yazdıklarını:
“şühedâ fışkıracak
toprağı sıksan şühedâ”
“korkma
sönmez
bu şafaklarda yüzen alsancak” (s.264-265)
konuşuyor mehmet âkif:
“ben ezeldenberidir
hür yaşadım hür yaşarım”
ve bizimkiler
tek kol
tek bacak
birbirine hiç mi hiç benzemiyen
ve hiçbir zaman da
benzemiyecek olan
birbirini aynı dalda
her bahar arayan bir çift kuş gibi
bir çift şaşkın gözle dönüp o kıyametten
bıraktıkları yerden
omuzlarlar yoksulluğu
itilmişliği
bürünürler serdari’ye
sarınırlar ruhsati’ye
görünürler veysel veysel
dikeni gül
acıyı bal eylerler” (s. 279)
Acıları, umudun ikizi olarak kabul eden şair, “belki yorgun / gene de ışıltılı / belki üzgün / gene de yiğit / belki durgun / gene de kızgın ve umutlu / parmaklıklar arkasından bana bakan gözlerin” , “umut kardeşim umut / ne güzel şeydir umut” , “ıslıkla söylemişim umutlarımı”. “ben umutla koyun koyuna toprak yataklarda yatanların soyundanım”. diyordu ve noktayı umutla koyuyordu. “umut belki bir tohumdu o çağda umut şimdi koskocaman bir çınar.”
Umut, aklın hakikate uyanışı, umutsuzluk ise aklın karakışıdır. Sözün özü, şu hayatta veya öbür hayatta sevdiğimiz bir şey varsa umut her zaman vardır… Zekâ, o zekâdır ki, şu hayatta sevecek mutlaka güzel bir şeyler, güzel insanlar bulabile… Veyahut da zekâ odur ki, gözleriyle, sözleriyle ve şiirleriyle en kötüyü bile bir güzelliğe çevirebile.
Teşekkürler usta şair, umudun ikizi acılara tutunarak ve onları bal eyleyerek bizleri yeniden hayata ve derin bir anlama bağlayıp umutlandırdığın için…