ADD Bornova şubesi okuma grubumuzun bu ayki kitabı ANKARA. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore ve Yaban’dan sonra inceleyeceğimiz dördüncü romanı “Ankara” olacak.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, başlangıçta “Sanat sanat içindir” düşüncesiyle Fecri Ati topluluğuna katılıyor. Daha sonra toplumcu sanat anlayışına yöneliyor. Tarihsel, toplumsal ve siyasal koşulların etkisiyle yakın tarihimize ışık tutacak eserler üretiyor. Hüküm Gecesi’nde İttihatçı-itilafçı çekişmesini; Sodom ve Gomore’de Mütareke yılları İstanbul’undaki yozlaşma ve çöküşü; Yaban’da Kurtuluş Savaşı yıllarını, aydın-köylü çelişkisini dile getiriyor. Ankara ise yazarın 45 yaşındayken kaleme aldığı ve 1934’te yayımlanan romanı. Elimdeki kitap İletişim Yayınları’nda basılmış.
Ankara 252 sayfadan ve üç bölümden oluşmuş bir yapıt.
Romanın birinci bölümü, 1921’lerin Ankara’sını yansıtır. Milli Mücadele’nin kalbi, Ankara’da atmaktadır. Roman, Kurtuluş Savaş’ının Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde büyük Millet Meclisi tarafından örgütlendiği çetin Ankara günlerini betimleyerek başlar.
İkinci bölüm 1927’lerin Ankara’sıdır. Milli Mücadele kazanılmış, Cumhuriyet kurulmuştur. Ankara, kurulan yeni devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentidir. Birinci bölümde yurtseverlikleri ve kahramanlıklarıyla öne çıkan bazı roman kişileri, ikinci bölümde olumsuz bir değişimle para ve çıkar peşine düşmüşler; arsa ve taahhüt işlerine girip komisyon alarak, devlet olanaklarını kullanarak zenginleşmişlerdir.
Üçüncü bölüm ise yazarın 1934 sonrası Ankara ve Türkiye hayallerini içermektedir. “Kadro hareketi”nin öncülerinden olan Yakup Kadri, hareketin öne sürdüğü ilkeler doğrultusunda yepyeni bir Türkiye’yi imgelemiştir. Romanın bu bölümü ulusal kalkınma ve toplumsal ilerlemenin nasıl gerçekleşeceğine ilişkin görüş ve düşünceleri içermektedir. Ekonomiden sanayiye, planlı devletçi kalkınmadan, sanata, sinemaya, tiyatroya, spora varana kadar her konuda Yeni Türkiye tasarımıdır. Yazar romanda işçi, köylü ve kadın sorunları için çözüm önerileri de ortaya koymuştur ama bu hayaller ne yazık ki havada kalır, gerçekleşemez.
Neden gerçekleşemediğini ise romanını otuz yıl sonra üçüncü baskıya hazırlarken yaptığı sorgulamanın ve özeleştirinin sonucunda şöyle açıklar: “… Ben o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.”
Yakup Kadri yaşıyor olsaydı, Cumhuriyetimizin 100.yılını kutlayacağımız şu günlerde durumun değişmediğini, hâlâ debelenip durmaya devam ettiğimizi görecekti.
Devrimin Kadın Profili ve Selma
Romanın kadın kahramanı Selma İstanbul’da yetişmiş, iyi bir eğitim almıştır. Bankacı olan eşi Nazif’in görevi nedeniyle zor koşullar içinde İnebolu üzerinden Ankara’ya gelir. O yıllarda Ankara küçük bir kasaba olup Milli Mücadele’ye destek veren yurtseverlerin toplanma merkezidir ve Ankara’ya gidenlere milli bir kahraman gözüyle bakılmaktadır.
İstanbul’dan sonra Ankara, Selma için oldukça zor bir ortamdır. İstanbul’la karşılaştırıldığında her bakımdan geridir ve yoksulluk ve yoksunluklar içindedir. Çarşı Pazar olanakları yok denecek kadar zayıftır. Selma bir “gramofon” hayaliyle yanıp tutuşur: “ Lâkin, gramofon, kolonya suyu gibi, kokulu el sabunu gibi, diş macunu gibi, Ankara’da bulunmaz bir lüks matahıdır.” Sosyal ilişkilerde ise dedikodu öne çıkar. Kasaba hayatı içinde kadınlar ikinci plandadır; dayak yerler, aşağılanırlar. İstanbul’dan gelenlere ise yaban’ gözüyle bakılır.
Selma, Hakkı Bey’le 1921’in en çetin zamanlarında tanışır. Hakkı Bey, binbaşı rütbesiyle orduda görevli yurtsever bir Türk subayıdır. Milli davaya hizmet eder. Selma Hanım Hakkı Bey’den etkilenir. Düşman Ankara içlerine kadar ilerlemiştir. Selma’nın kocası Nazif de Ankara’dan Kayseri’ye kaçma taraftarları arasındadır. Bu Selma’ya ters gelir. Selma Hanım, hemşire olarak Eskişehir’de savaşa katılır ve Gazi’yi orada görür.
Romanın ikinci bölümünde Selma, Hakkı Bey’le evlenmiş olarak karşımıza çıkar. Bir “mıymıntı” olarak nitelediği eski eşi Nazif, Ankara’dan Anadolu’nun ücra bir köşesine tayin ister. Cumhuriyet kurulmuş, Ankara yenileşme ve çağdaşlaşma hareketleriyle yepyeni bir çehreye bürünmüştür. Kadın-erkek bir arada, danslı eğlenceler ve balolar düzenlenmektedir. Selma, rahat ve konforlu bir yaşamın içinde olmasına karşın mutsuzdur, sıkıntılıdır. Birinci bölümde “Avrupa bir yırtıcı kuşlar yuvasıdır ve onun karşısına ancak tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak çıkılır.” diye düşünen Hakkı Bey, ikinci bölümde sözde batılılaşmanın çemberindedir. Avrupalı gibi giyinir, süslenir. Kaç göç kalkmış, kadın erkek balolarda ve çay partilerinde bir aradadır. Dans edilir, Tango yapılır ama bunlar özde değil sözde değişimlerdir. Hakkı Beyin kadına bakışındaki ataerkil tavrında bir değişme olmamıştır. Üstelik eşini sefaretteki yabancı bir kadınla aldatmıştır. Selma kendisine takınılan tutumu kabul edemez. Kadını aşağılayan yaklaşım onun ruhuna ters düşer, Hakkı Bey’den boşanır.
Selma Hanımın üçüncü eşi olacak Neşet Sabit’le tanışması bu döneme rastlar. Neşet Sabit’e göre batılılaşma yanlış algılanmakta ve değişim halktan kopuk ve yüzeysel gerçekleşmektedir. Batılılaşma konusunda şöyle düşünür, ve bir tartışmada Selma’ya şöyle söyler:
“Garpçılığı bir eğlence tarzı telakki etmeyiniz. Garpçılık, her şeyden evvel bir yapma, yaratma, kurma, iletme ve işletme gücüdür.”
Ama Batılılar sahip oldukları bu gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanır. Kapitalizm devrededir. Almanlar, Ankara’ya su şebekesi kurmak için Hakkı Beye komisyon teklif ederler. Eserin birinci bölümünde tanıdığımız Murat Bey ise arsa ve inşaat işleriyle zenginleşir. Ailecek, geçmişteki sade yaşamlarını bırakıp sosyetik bir yaşam içinde kendilerini kabul ettirmek derdine düşerler. Şeyhin çıkarları için yeni ortama uyumu ise tiksinti verecek şekilde yansıtılır. Para ve çıkarı kutsayan roman kahramanları iktidar gücünü ele geçirince değişmişler, ideallerinden uzaklaşmışlardır.
Selma Hanım kayıp bir kadın değildir. Silik bir yaşam istemez. Kendi ayakları üzerinde durmaya ve üretken olmaya çalışır. Zaman zaman kendi hayatını sorgular. Yaşamını anlamlı kılmak çabası içindedir:
“Çalışmak, çalışmak. Bir şeye yaramak, bir şeye yarar ve lazım olduğunu hissetmek… İşte yaşamanın yegâne manası.” diye düşünür. Onu milli mücadele yıllarında hastanelerde, kuruluş döneminde ise kız yurtlarının başında görürüz: “ Kadın yalnız fizyolojik bir mahluk mu? Hayır; erkek ne kadar içtimai mahlûksa kadın da o kadar içtimaidir. Ben bize verdiğiniz “courtisane ( dalkavuk, saray soylusu) hürriyetini istemiyorum. Ben, erkekle her hususta eşitliği talep ediyorum.” der. Selma’nın Neşet Sabit’le evliliği bu temelde yükselir. Onu toplumsal ve siyasal yaşamın içinde düşünce üreten, eylem içinde bir kadın olarak görürüz. Evliliği ise düşünsel bir birlikteliğe dayanır.
Selma Hanım, romanın en canlı kahramanıdır. Yakup Kadri, Cumhuriyet’in yaratmak istediği kadın profilini, onun kimliğinde yaşatır.
Bir gazeteci ve yazar olarak karşımıza çıkan Neşet Sabit , romanın üçüncü bölümünde1934 sonrası Türkiye’nin geleceği üzerine düş kurar. Bu bir anlamda Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun gelecek tasarımıdır. Ankara, tüm üstyapı kurumlarıyla bir kültür kenti olacaktır. Tiyatroda, sinemada, edebiyatta, sporda her türlü açılımın devletçe desteklenip halkla bütünleştiği bir süreç hayal edilmiştir. Öncüler, çıkar değil; bir dava insanı olarak halka hizmet edecektir.
Yakup Kadri, kalkınma ve sanayileşmeye ilişkin düşüncelerine de eserde yer vermiştir. Sanayinin alt yapısının kurulduğu, işçilerin “birer devlet memuru” olarak sömürü ve patron belasından kurtulduğu, köylülerin kooperatiflerle, büyük devlet çiftlikleriyle zenginleşip yoksulluğun bitirildiği bu hayali Türkiye; ne yazık ki Ankara romanının satırları arasında kalmıştır. Planlı kalkınma ve Devletçilik yoluyla kalkınma hayali, yerini çarpık bir kapitalizm ve özelleştirmelere bırakmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyetin ereklerini, Atatürk ilke ve devrimlerini bir misyon insanı olarak kitaplarında ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. Ankara romanında Selma’nın gözünden Gazi’yi şöyle betimler: “ …Onun mayası, öbür insanlarınkinden büsbütün başka bir cevherle yoğrulmuş gibiydi. Ne derisi bizim derimize, ne saçları bizim saçlarımıza benziyordu ve senelerle ve zamanla hiçbir alakası yoktu.”
Ne yazık ki Atatürk de ölümlüdür ve O’nun erken ölümü yazarı çok etkilemiştir. Ne diyordu Mustafa Kemal Atatürk: “Benim fani vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet devrimlerinin ruhu yaşadıkça ve ona sahip çıkanlar çoğaldıkça umutlar tükenmez çünkü tohum bir kez toprağa düşüp yeşermiştir.
İnsanoğlu nasıl en eski masallarda aya gitmeyi hayal edip bunu yirminci yüzyılda gerçekleştirebildiyse, bakarsın Yakup Kadri’nin hayalindeki “sınıfsız imtiyazsız bir kitle” ve “kalkınmış, çağdaş bir Türkiye” günün birinde gerçekleşebilir. Yeter ki Atatürk’ün bize önerdiği bilim yolu izlensin.
Gerçekler, bilimle karşılığını bulur.
(19.10.2023)